Ersin Çelik/Yeni Şafak
Dört yıl süren ‘Amme Cüzü’ davası
Geçtiğimiz aylarda katıldığım konferansın ardından sohbet ederken, gençlerden biri “günümüz dindarlarının en büyük sorunu nedir” diye sormuş, ben de yanıt olarak “unutmak” demiştim. Biraz ukalaca gelebilir ama meseleyi itikadı yönünden ele alma cüretini gösteremezdim zaten. Kastım da “dini, dindarlığı unutmak” değildi. Karşılıklı konuşarak uzak ve yakın geçmişin üzerine sünger çeken rahatlığa vurgu yapmıştım. Dahası da var, geçmişi unutmak, bugünün olmasa da geleceğin problemi olarak bizi bekliyor.
Demem o ki bu ülkede; Cumhuriyet’in kurulmasının hemen akabinde, -çok değil bir kaç sene önce vatanı için canını ortaya koyan- halktan İslam’ı hakkıyla yaşamak isteyenlere, Kur’an okuyanlara, öğretenlere, öğrenenlere, ezanı Arapça okuyanlara çok ağır zulümler edildi. İdamlar, infazlar, itibar suikastları, tahkirler yıllarca sürdü. Sonra siyasi iklim değişti bir ferahlama oldu. Ezan aslına döndü, din öğretimi serbestleşti, imam hatip mektepleri açıldı derken bu kez de “Laiklik” ilkesine dayandırılan kamusal yasaklar dönemi başladı. Okullarda başörtüsüne müsaade edilmedi. Din eğitimi engellendi. İbadetin, ezanın Türkçe yapılması tartışıldı. Dindarlar bir kez daha ve bu kez; medya, siyaset ve bürokrasinin gadrine uğradı. 28 Şubat daha “dün gibi” değil mi?
O halde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, bu ülkede; camilerin kapısına kilit vurulduğunu, camilerin ahıra çevrildiğini, vatandaşların Kur’an’ı Kerim öğrenmesinin yasaklandığını hatırlatması ve tüm zulümlerin laikliğe dayandırılarak yapıldığına dikkat çekmesi birilerini neden çok fazla rahatsız etti?
Kaç gündür hop oturup hop kalkıyorlar. İlginçtir, isim isim saymaya gerek yok. Lakin hepsi de daha dün başörtüsü yasağını gözlerinden ateş saçarak savunan siyasetçiler, gazeteciler sözde aydınlar. Bir an düşündüm, o kabus gibi günleri hatırlamak ve de kendileriyle yüzleşmek istemiyor olabilirler mi? Bu durumda, “tamam o günler yaşandı, hatalar yapıldı. Biz şimdi bugünlere bakalım. Hep birlikte müreffeh Türkiye’yi inşa edelim” demeleri gerekiyordu. Yok, yok! Bildiğimiz laik atak geçiyorlar. Herkesle hemhal olma, her görüşü göğsünde yumuşatma siyaseti güden Ekrem İmamoğlu’nun pozisyonu ise sıkıntılı. Aşağı tükürse, laikliği inanç biçimine dönüştüren ve İslam karşıtlığıyla kodlanmış partisi CHP, yukarı tükürse oylarını almak zorunda olduğu dindarlar var. Bu durumda İmamoğlu’nda vücut buldurulan yenilenmiş liberal düşünceye göre, en doğru olanı, herkese kırmızı karanfil dağıtıp, geçmişi unutmak!
İyi de laiklik ilkesi, anlamı ve yaptırım gücüyle yerli yerinde duruyor. Bırakın değişmesini, geçmiş yaptırımlarının hatırlatılmasına bile yanaşmıyorlar. Oysa bizler 28 Şubat’ı, biraz da “unutalım gitsin” iyimser-liğindeyken yaşamadık mı? Onun da üzerine kendince sünger çekenler oldu. Benzer nefret iklimi bu sefer, Gezi olayları sürecinde oluşmadı mı?
Unutmak, unutulanların yeniden yaşanmasına peşinen razı olmaktır. Türkiye’nin siyasi iklimi, sosyolojisi maalesef öyle.
Gazetemizde uzun yıllar çalışan Emeti Saruhan yaptığı birbirinden önemli söyleşileri, ‘Türkiye’de Din Algısı’ ve ‘Zamanın Tanıkları’ kitaplarında yayınlamıştı. Bu vesile ile yeniden inceleme fırsatım oldu. Bakın Merhum Emin Işık Hoca, din eğitiminin yasak olduğu dönemlerin Türkiye’sini nasıl anlatıyor: “İlköğretim müfettişi okul olmadığı için caminin içinde devam eden okulu denetlemeye geldiğinde, son cemaat yerinde bir Amme cüzü buluyor. Birisi çiğnenmesin diye camın kenarına koymuş. Müfettiş onu görüyor, hemen “çocuklara Kur’an öğretiyor” diye imamı mahkemeye veriyor. Eğitmen, muhtar, köydeki herkes öyle bir şey olmadığını söylüyor ama dinletemiyorlar. Gerçekten de imam ders vermiyor. Buna rağmen caminin penceresinde bulunan Amme cüzü suç delili olarak gösteriliyor. Hâkim de korkusundan berat kararı veremiyor. Köy her ay mahkemeye taşınıyor. Bu mahkeme 1946’dan 1950 senesine kadar devam etti.”
Bir başka zamanın tanığı Metin Önal Mengüşoğlu’na kulak verelim: “Dışarıdaki devlet, polis bizi gözetliyor, babamı alıp götürecekler, evimize baskın yapacaklar korkusu ile yaşadık yıllarca. İşte ben böyle bir ortamda Allah, La ilahe illallah terennümlerinin arasında ilk idrak gelişimimi yaşadım.”
Son bir aktarım da beş ciltlik hatıratı geçtiğimiz günlerde Ketebe Yayınları tarafından yeniden yayımlanan Merhum Ali Ulvi Kurucu’dan yapacağım. Daha 10 yaşlarındayken, sabah namazından önce Konya’nın çocuklarına Kur’an öğreten babasının yediği polis baskınını şöyle anlatıyor: “Babacığım, bin bir zahmetle kurduğu ders düzenin bozulacağına, çocukların Kur’ansız kalacaklarına üzülüyor; yuvası üzerine titreyen bir kuş gibi çırpınıyordu. Fakat ne dese boşunaydı çünkü adam tam dinsizdi ve din düşmanıydı. Babamın aleyhinde zabit tutturdu. Şikayette bulundu.”
Bakın yukarıda paylaştıklarım iğnenin ucu bile değil ve şunu asla istemiyorlar: Tüm insan hakları beyannamelerine aykırı geçmiş zulümleri hiç hatırlamayalım. Konuşmayalım. Geleceğe taşımayalım ve yeniden yaşanma ihtimalini göz önünde bulundurmayalım. Ne istediklerini ise öfkelerinden okuyabiliyoruz.