Hafta sonunda, Diyarbakır cezaeviyle yüzleşme sempozyumu gerçekleşiyor.
Bir yanda zulmedenler, bir yanda zulme uğrayanlar..
Yani kurbanlar ve failler..
Yüzleşme mekânları veya hafıza müzeleriyle yeniden hatırlanan kurbanlar ve failler.
Otuz yıl geçti aradan. Diyarbakır cezaevinin kurbanları kimlerdi sorusu, cevabı verilmiş bir soru olmaktan uzaktır hâlâ.
Diyarbakır cezaevi gerçeği söz konusu olduğunda, bugün hayatta olan kurbanların anlatımları var. Ama failler hakkında henüz hiçbir şey bilmiyoruz. Gecenin karanlıklarından kurtulamadılar onlar ve hâlâ karanlıklarda yaşamaya devam ediyorlar.
Askerî bir hiyerarşi içinde kurulan cezaevi sisteminde kim nasıl bir rol oynadı henüz bilinmiyor.
Her biri , birer hafıza mekânı olacak kadar unutulmaz zulümlerin yaşandığı seksen kadar hücre..
Ve aralarında kadın, çocuk ve veremliler koğuşunun da olduğu kırk civarında koğuş..
Mahkemelerde ve duruşmalarda uygulanan farklı yöntemler..
Sistemin hayata geçmesinde, Diyarbakır cezaevine her nasılsa getirilmiş insanların birer zararlı unsur olarak görülmeleri ve burada görev yapan gardiyanlara da böyle gösterilmeleri yatıyordu.
O kadar korkunç yöntemler söz konusuydu ki, faillerin kurbanlarıyla yüz yüze temasları sırasında daha ilk andan başlayarak, arada insani bir bağdan, insani bir davranıştan geriye hiçbir şey kalmıyordu.
Adı ve trajik ölümü Diyarbakır cezaeviyle özdeşleşmiş Yüzbaşı Esat Oktay’ı kamuoyu az çok biliyor. Ama bu korkunç sistemi sadece Esat Yüzbaşı’ya yıkmak, ne kadar doğru olabilir?
Diyarbakır cezaevi için otuz yıl aradan sonra Diyarbakır’da bir sempozyum düzenleniyor.
Hafta sonu iki gün Diyarbakırlılar, misafirleriyle beraber Diyarbakır cezaevini konuşacaklar.
78’liler Vakfı’nın birkaç yıl önce başlattığı yüzleşme hamlesi ilk sonucunu vermiş olacak.
Bu toplantı bir dönüm noktası aslında. Burada sürdürülecek iki günlük çalışmanın sonrasında muhtemelen ortaya bir yol haritası da çıkacak. Ve kuşku yok ki, bu yol haritasının en önemli kısmını, Diyarbakır cezaevinin bir hafıza müzesine dönüşmesi için bundan böyle yürütülecek çalışmalar oluşturacak.
Diyarbakır cezaevi, müze mi olsun, yıkılsın mı gibi bir tartışma artık geride kalmalı. Diyarbakır cezaevinin yıkılmadan ve olduğu gibi korunarak bir hafıza müzesine dönüşmesi, üstünde tartışma yapılacak bir mesele değil.
Dünyada sayısız örnekleri var.. Bu örnekleri ta Latin Amerika’larda aramak da gerekmiyor. Habur’u geçtikten sonra Süleymaniye’ye gidip, Saddam zamanından kalma bir cezaevinin bu şehirde hafıza müzesi haline gelmesinin olağanüstü başarılı ve güzel örneğini görebilir herkes.
Otuz yıl önce gecenin karanlıklarında Diyarbakır’da ne olup bittiğini Diyarbakır’da yaşayanların çoğu dahi bilmiyordu.
Şimdi hep beraber öğreniyoruz ve inkâr bitiyor.
Kürt sorununu tartışmaya epey meraklı medyaya önemli bir görev düşüyor. O da iki gün boyunca Diyarbakır’da sürecek bu sempozyumu tek dakikasını bile kaçırmadan Türkiye kamuoyunun izlemesini sağlamak.
Benim önerim şu:
TRT vatandaşların doğru bilgi edinme hakkı için Diyarbakır’dan bütün Türkiye’ye iki gün canlı yayın yapmalıdır.
Gecenin karanlığından çıkaracak derslerimiz var. Kendi geleceğimizi apaçık görebilmek ve hayatımızda yeni başlayan şafaklarda beraber olmak için bu derslerin ve tecrübelerin herkese ulaşması lazım.
Ah Tamara ve paylaşılmaya değer bir anı
1976 yılında Van ve çevresinde büyük bir deprem oldu. Depremi duyar duymaz, Diyarbakır’dan bir otobüs dolusu genç insanla birlikte, yardım için Van’a gitmiş ve kış bastırıncaya kadar da, orada kalmıştık.
İki aya yakın bir zaman depremin yaşandığı Muradiye ve Çaldıran’da kaldıktan sonra geri dönmeye karar verdik. Yapılacak bir şey kalmamıştı, kış bastırmıştı ve her yer karlar altındaydı.
Dönüş günü mola verdiğimiz bir yerde, Akdamar Adası’na yüzünü dönüp ağlayan Ermeni kadınlar gördüm. İbadet eder gibi, dizlerinin üstüne çökmüş ve yüzlerini adaya dönmüşlerdi. Kimseyi umursamadan sessizce ağlıyorlardı.
Yurtdışından gelmişlerdi bu Ermeni kadınlar ve anlaşılan, Van’da , belki de Akdamar Adası’nda doğup büyümüş atalarının, onlara vaktiyle anlatılan ve işte şimdi burada, olayların geçtiği ve yaşandığı bu yerde, güneşli bir kış günü, yeniden hatırladıkları o acıklı hayat hikâyelerine ağlıyorlardı..
Ne yalan söyleyeyim, o vakitler aklımda ne Ermeniler vardı ne de Ermeni sorununu hatırlatacak bir şey.
Annem anlatırdı bazen. Bilmediği tarihlerden söz ettiği zamanlarda Kürtçe olarak şunu söylediğini duyardık: Dı zamanê Fermana Fıllaha. Yani Hıristiyanların fermanı kalktığı zamanda..
Hıristiyanların, Müslüman olmayan halkların adıydı Fıllah..
Fıllah denen insanlar kimdiler, fermanları neden ve ne zaman kalkmıştı bir bilgimiz yoktu ama.
O kış günü Van Gölü’ne bakıp ağlayan kadınları hiç unutmadım, onları hatırladığım her defasında hüzün ve acı duydum. Doğrusunu söylemek gerekirse, neye ağladıklarını anlayabilmem için aradan epey zaman geçmesi gerekiyordu.
Sonra Van Gölü’ndeki Akdamar Adası’na ve bu adada geçen bir efsaneye çok bağlandım.
Fırsat buldukça adaya çıktım, badem ağaçlarının altına oturup kuşların sesini dinledim.
Van Gölü’nün Akdamar Adası için, dilden dile dolaşan bir masal anlatılıyordu.
Adada yaşayan, Ermeni kızı Tamara ve ona âşık olan adı yok bir Kürt gencinin hüzünlü masal-aşkı..
Belki de, bir halkın yaşadığı ölümcül kaderin bir parçasıydı bu masal.
Aradan zaman geçti, adanın ortasındaki kilise onarıldı ve 19 eylülde görkemli bir törenle ibadete açıldı.
Bu çok önemli ve kıymetli bir gelişme. Ama bir o kadar önemli bir şey var ki, o da dünyanın dört bir yanından adaya gelen Ermenileri kendi vatanlarında misafir etmek için, Vanlıların evlerini bu kıymetli konuklara açmış olmasıdır.
Çanı kiliseye asamadık, ama yine de 19 eylül bir milattı bence.
Bu tarihî günde adaya çıkıp Tamara’nın dolaştığı sahillerde dolaşanlar bu tarihî güne tanıklık edenler Tamara’nın Işığı’yla yıkansın ve Tamara’nın Işığı’yla aydınlansın..
Amen!..
TARAF