Gazze'ye insani yardım girişi için bütün yollar denenmeli!

Hamit Emrah Beriş, Gazze'deki insani şartların tahmin edilenden daha ağır olduğuna dikkat çekiyor.

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Açık Görüş

Filistin'deki tablo kamuoyuna yansıyandan çok daha ağır

İsrail'in Gazze'ye yönelik acımasızca saldırıları sürerken insanlığın ortak vicdanı her geçen gün daha fazla harekete geçiyor. Farklı ülkelerde yaşanan kitlesel protesto gösterilerine son dönemde üniversitelerde başlayan yenileri eklendi. ABD başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde akademisyenler ve öğrenciler, İsrail'in zulmüne karşı bir an önce harekete geçilmesini istiyorlar. Ancak bu tepkiler ne İsrail'in ne de destekçisi ülkelerin politikalarında bir değişiklik olmasını beraberinde getiriyor. Artık soykırım boyutuna vardığını herkesin kabul ettiği saldırılar, uluslararası kamuoyunun tepkisine rağmen, başka bir açıdan bakıldığında herhangi bir meşruiyet kaygısı gözetilmeksizin gerçekleştiriliyor. Bunun yanında, hukukun baskısı da İsrail'in çok umurunda değil. Uluslararası Adalet Divanında başlayan yargılama süreci, Netanyahu ve soykırımda sorumluluğu olan sivil ve askerî yetkililer bakımından anlamlı olmadı. Aynı şekilde, BM Güvenlik Konseyinden çıkan Ramazan ayı için acil ateşkes kararı da İsrail cenahından cevap bulmadı. Böyle bir cüret, İsrailli yöneticilerin ABD ve İngiltere gibi ülkelerin her durum ve şart altında kendi arkalarında olduğunu bilmelerinden kaynaklanıyor. Bu devletler, kendi vatandaşlarının İsrail şiddetini kınayan sesini bile duymak istemiyor. Nitekim Batı üniversitelerinde düzenlenen İsrail karşıtı gösterilere kolluk kuvvetleri alışılmışın dışında oldukça sert şekilde müdahale etti. Aynı gösterilere katılan akademisyenler işten çıkarıldı, öğrencilerin okullarıyla ilişkileri kesildi. Her fırsatta ifade özgürlüğünden bahseden Batı yönetimleri, İsrail söz konusu olduğunda geçmişteki tüm söylemlerini unuttu.

Acil insani yardım

Diğer taraftan farklı mecralarda İsrail şiddetinin fotoğrafı bütün açıklığıyla çekilmeye devam ediyor. Nisan ayının son haftası, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) yıllık insan hakları raporunu yayımladı. Normal şartlarda, Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde çok sayıda habere konu olan rapor bu sene gündemde kendine fazla yer bulamadı. Elbette Af Örgütünün belirli konulara yaklaşımı ve önyargılı tutumu eleştirilebilir. Ancak bu sene, raporun sadık takipçilerinin önemlice bir kısmının sessizliğinin en önemli nedeninin İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırıları olduğunu söylemek mümkün. Af Örgütü, İsrail'in saldırılarının tarihteki en ağır insan hakları ihlallerinden biri olduğunun altını çizdi. Rapordaki tespitler, BM Birleşmiş Milletler İşgal Altındaki Filistin Toprakları Özel Raportörü Francesca P. Albanese'nin daha önce yayımlanan raporundaki tespitlerle doğrudan örtüşüyor. Albanese, halihazırda Filistin'de ortaya çıkan tablonun kamuoyuna yansıyandan çok daha ağır olduğunu ısrarla vurguluyor. Aynı şekilde, Albanese, ABD'de İsrail karşıtı gösterilerin engellenmesi ve akademisyenlerle öğrencilere baskı yapılmasını da eleştiriyor. Her iki rapora göre yaşanan olayların en üzücü yönlerinden bir diğeri ise sistematik saldırı altında bulunan Filistinlilerin en temel insanî ihtiyaçlarının karşılanmasını engellenmesi. Açlık ve hastalıklar, bölgede yaşayan insanların yalnızca silahlar ve bombalar aracılığıyla değil, mahrumiyet nedeniyle hayatını kaybetmesine de neden oluyor.

Af Örgütünün raporunda dikkat çeken noktalardan bir diğeri, İsrail'in düzenli ve sistematik bir apartheidrejimi uyguladığına yönelik tespitler. İsrail, tarihin en kara dehlizlerinde kaldığını düşündüğümüz bir ırkçılık yürütüyor. Başbakan Netanyahu, ısrarla İsrail'in tüm vatandaşlarına eşit muamele yükümlülüğünde olmadığını, Yahudilerin ayrıcalıklı bir konuma sahip bulunduklarını dile getiriyor. Netanyahu'ya göre Başka bir devlet yönetiminden gelse büyük infiale neden olacak bu tür açıklamalar, Batı dünyasında neredeyse hiç tepki çekmiyor. Filistinlilerin mülklerine el konuluyor ve bunlara devlet destekli işgalcilerin yerleşmesi sağlanıyor. Yakın dönemde Vatandaşlık ve Ülkeye Giriş Kanunlarında yapılan değişikliklerle Filistinlilerin vatandaşlık ve daimî ikamet izinlerinin kaybedilmesi kolaylaştırıldı. Temmuz 2023'te yapılan bir düzenlemeyle ise 437 kasabadan Yahudi olmayanların sosyal uygunsuzluk gibi anlaşılması güç bir bahaneyle çıkarılmasının yolu açıldı. Böylece işgal altındaki topraklarda demografik dengenin tam olarak değiştirilmesi hedefleniyor. Yani İsrail, bölgenin asıl sahibi Filistinlileri sürerek geri dönüşü olmayan bir yola girilmesini amaçlıyor.

ABD ve İngiltere şartsız destek veriyor

Raporda altı çizilen bir husus ise özellikle ABD ve İngiltere'nin izledikleri politikalar aracılığıyla İsrail'e şartsız destek verdikleri. Üstelik destek yalnızca söylemle de sınırlı kalmıyor. Her iki ülke, İsrail'e maddi yardımın yanında silah ve mühimmat desteği de sağlıyor. Buradan anlaşılacağı gibi Filistinlilerin ölümüne neden olan mermiler, aslında söz konusu ülkelerin silahlarından çıkıyor. En son geçen hafta, ABD Senatosu, İsrail'e yönelik 26 milyar dolarlık bir yardım paketini onayladı. Başlı başına bu durum bile ABD yönetiminin mevcut süreçten hiçbir rahatsızlığı olmadığını ortaya koyuyor. İster Yahudi lobisinin gücüyle isterse de kendi Orta Doğu politikalarına denk düşmesiyle olsun, ABD yönetimi İsrail'in bölgede yayılmasını ve bu amaçla başvurduğu şiddeti doğrudan onaylıyor.

Af Örgütünün tespitleri, 7 Ekim'de Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları tarafından gerçekleştirilen eylemlerin aslında İsrail'e aradığı fırsatı verdiğini ortaya koyuyor. Gazze'de İsrail rejimi tarafından gerçekleştirilen saldırılar, uzun süredir devam eden işgal politikalarının uzantısı niteliğinde. İsrail, bir taraftan arz-ı mevud olarak gördüğü topraklarda uzun vadeli genişleme stratejisi izlerken diğer taraftan da işgal altındaki Filistin de dahil olmak üzere tüm bölgeyi diğer etnik ve dinî unsurları dışarıda bırakarak tam anlamıyla bir Yahudi devleti hâline getirmeyi amaçlıyor. Yahudi olmayan İsrail vatandaşlarına böyle bir projede en fazla ikincil statü verileceği ve eşitliğin lafının bile edilmeyeceği bir modelin hedeflendiği sır değil.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında dünya üzerinde açık bir soykırım yürüyor. İsrail, yalnızca bölgeyi tam olarak kendi kontrolüne alma değil, aynı zamanda Filistinlilerin geriye dönüşlerini imkânsız hâle getirme için hareket ediyor. Bu süreç, aslında dünya üzerinde devletler ve toplumlar arasındaki tüm ilişkileri ifsad ediyor. Uluslararası sistemin adalet üzerine kurulmadığı herkesin malumu. Ancak geçmişte bu tür olaylarda en azından kamuoyunun ikna edilmesi veya asgarî ölçüde hukukî standartların gözetilmesi gibi kaygılarla hareket edilirdi. Mesela ABD, daha sonra çıkacak bir hukukî sorumluktan kurtulmak için el Kaide militanı olma suçlaması yönelttiği kişileri Küba'daki Guantanamo Kampında toplamıştı. Tüm işkenceler bir bakıma hukuktan kaçılarak yapılmıştı. Buna karşılık, İsrail, kendini hiçbir hukukî, ahlakî veya vicdani kaygıyla sınırlamıyor. Her şey dünya kamuoyunun önünde yaşanmasına rağmen İsrail, politikalarını değiştirme ya da en azından yumuşatma ihtiyacı duymuyor. Tam tersine uzunca süredir kurgulanan bir planın sonuca ulaşması için önemli bir eşiğin aşılmasına yaklaşıldığı anlaşılıyor. Daha doğrusu İsrail yönetimi, her türlü tepkiye rağmen sonuna yaklaştığını düşündüğü projeden vazgeçme niyetinde değil. ABD ve İngiltere'den aldığı destek İsrail'in arkasındaki en önemli güç.

Son olarak çuvaldızı başkalarına batırırken iğneyi de kendimize çevirmemiz gerek. Batı ülkeleri başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde kitlesel protesto gösterilerinin yanında futbol maçlarından üniversite kampüslerine kadar çok sayıda mecrada İsrail şiddeti protesto ediliyor. Akademisyenler ve öğrenciler, üniversite yönetimleri ve kolluk kuvvetlerinin kendilerine karşı olumsuz tutumlarına rağmen İsrail'in zulmüne karşı dik duruş sergiliyorlar. Futbol maçlarında ulusal ve uluslararası federasyonların ceza tehditlerine karşı Filistin'in haklı davasının altı çiziliyor. Aynı kamuoyu tepkisi ise Türkiye ve diğer İslam ülkelerinde nispeten sınırlı kalıyor. İsrail'in müttefiklerinden aldığı desteğin kesilmemesi, İslâm ülkelerinin çoğunun net bir tavır sergilememesiyle yakından ilişkili. Elbette sorunun tek ayağı siyasetçiler ve devlet yöneticileri değil. İktidarla muhalefetin ortak bir yaklaşım benimsemesini sağlayacak olan kamuoyu etkisi ve baskısı da diğer pek çok ülkeyle karşılaştırıldığında nispeten sınırlı kalabiliyor.

Türkiye'de özellikle muhalif olduğunu söyleyen akademisyen, gazeteci ve düşünce insanlarının ibretlik şekilde, sanki böyle bir olay yaşanmıyor gibi davranmaları oldukça vahim bir tablo. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu konudaki tavizsiz tutumu, Türkiye'nin devlet olarak duruşunu oldukça iyi şekilde ortaya koyuyor. Buna karşılık, muhalefetin aynı çizgide olmadığı görülüyor.

Gündelik çıkar arayışı

Geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun Hamas'ın terör örgütü olduğu yönündeki açıklaması, muhalefetin çoğunluğunun yaklaşımının özeti niteliğinde. Batı ile ilişkileri, vicdanî ve insanî bir yaklaşımın önüne alan bu anlayış, muhalif seçmeni de etkiliyor. Böylece kamuoyundan yekpare bir ses çıkma ihtimali de ortadan kalkıyor. Aynı şekilde, muhalefetin bu yaklaşımı nedeniyle uluslararası platformlarda hükümetin de eli zayıflıyor. Muhalefetin gündelik çıkar arayışlarından kurtulup ilkeli bir tutum benimsemesi, Türkiye'nin haksızlığa ve zulme karşı tutumunu güçlendirecek. Zulüm her kimden gelirse gelsin karşı çıkmak insanlığın gereği. Filistin davasının sembol ismi Rachel Corrie "Zulüm bizdense ben bizden değilim" diyerek kendi ülkesi ABD'nin politikalarını eleştirmişti. Akif'in dediği gibi "zulmü alkışlamamak, zalimi sevmemek" kültürel kodlarımızın özünde var. Zulme karşı çıkamamanın vicdanî yükü taşınamayacak kadar ağır. Bizden olsun ya da olmasın, apaçık bir zulme bile karşı çıkamamanın ise literatürde bir adı yok.

Yorum Analiz Haberleri

Bir liderin portresi: Ahmed el-Şaraa
Türkiye, Suriye'deki yeni yönetimle nasıl ilişkiler kurmalı?
Baas rejimi Suriye’yi sadece siyasî, sosyal veya ekonomik yönden harap etmedi...
2024 senesinde coğrafyamızdaki siyasi olaylar
Birleşmiş Milletler neden yeni Suriye'de rol almamalı?