Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Gazze’den mektup
“Sevgili Mustafa (...) Haziranda bütün eşyalarımı toplayıp tatile geldiğimde, (...) Gazze’yi bir mezbahanın yapış yapış ve kumlu kıyısına atılmış paslı bir salyangoz kabuğunun içe kapanık hali gibi kapalı buldum. Bu Gazze, dar sokakları ve taşan balkonlarıyla korkunç kabusların sancıları içinde uyuyan birinin zihninden daha çok kasılmıştı… Bu Gazze! Ama baharın küçük bir dağ keçisi sürüsünü sürmesi gibi bir adamı ailesine, evine, anılarına süren o sönük sebepler nelerdi? Bilmiyorum. Tüm bildiğim, o sabah evimize ve anneme gittiğim. Oraya ulaştığımda abimin karısı beni karşıladı ve ağlayarak, Gazze hastanesindeki yaralı kızını, Nadya’yı, o akşam ziyaret etmemi istedi. Nadya’yı biliyorsun değil mi, abimin on üç yaşındaki güzel kızı?
O akşam hastaneye götürmek için yarım kilo elma alarak Nadya’yı ziyarete gittim. Annemin ve yengemin benden bir şeyi, dillerinin elvermediği bir şeyi, anlayamayacağım tuhaflıkta bir şeyi sakladıklarını biliyordum. Nadya’yı severdim, mutlu hayatın bir tür sosyal sapma olduğunu düşündüren yerinden edilmenin ve yenilginin içinde yetişmiş bu kuşağı bana sevdiren alışkanlıkla.
O an ne oldu? Bilmiyorum. Beyaz odaya sakince girdim. Hasta çocuklarda azizce bir şeyler vardı ve eğer çocuk zalim ve acılı yaraların sonucunda oradaysa daha fazlası. Nadya yatağında uzanıyordu, sırtı üstünde saçlarının ince bir deri gibi yayıldığı büyük yastığa dayalıydı. Geniş gözlerinde yoğun bir sessizlik vardı ve bir gözyaşı damlası siyah gözbebeklerinin derinlerinde sürekli parlıyordu. Yüzü sakin hareketsizdi ama işkence edilmiş bir peygamberinki kadar dokunaklıydı. Nadya hala bir çocuktu, ve çocuktan daha fazlası gibi gözüküyordu, çok daha fazlası, ve çocuktan daha yaşlı, çok yaşlı.
“Nadya!”
Bunu söyleyen ben miydim yoksa arkamda duran bir başkası mıydı bir fikrim yok. Ama o gözlerini bana doğru kaldırdı ve çaya atılmış bir küp şeker gibi beni çözdüğünü hissettim.
Hafif gülümsemesiyle beraber sesini duydum. “Amca! Kuveyt’ten yeni mi döndün?”
Sesi boğazında kırıldı, ellerinin yardımıyla kendini kaldırdı ve boynunu bana doğru uzattı. Sırtını sıvazladım ve yakınına oturdum.
“Nadya! Sana Kuveyt’ten hediyeler getirdim, bir sürü hediye. Tamamen iyileşip yatağından ayrılana kadar bekleyeceğim ve benim evime geleceksin ve sana hediyelerini vereceğim. Sana istediğin kırmızı pantolonları da aldım. Evet, onları aldım.”
Bu bir yalandı, bu gergin durumda doğmuştu, ama bunu söylediğimde ilk defa doğruyu söylediğimi hissettim. Nadya elektrik şoku yemiş gibi titredi, başını berbat bir sessizliğe düşürdü. Gözyaşlarının elimin arkasını ıslattığını hissediyordum.
“Bir şey söyle, Nadya! Yoksa kırmızı pantolonları istemiyor musun?” Bakışlarını konuşacakmış gibi kaldırdı, ama sonra durdu, dişleri gıcırdadı ve uzaklardan gelen sesini tekrar duydum.
“Amca!”
Elini uzattı, beyaz yatak örtüsünü parmaklarıyla kaldırdı ve bacağını işaret etti, dizinden aşağısı kopmuştu. (...) Bana Nadya’nın bacağını, kardeşlerini artık evlerini de etkileyen bombalardan ve ateşlerden korumak için kendini kardeşlerinin üstüne attığında kaybettiğini anlattılar.”
...
1972 yılında siyonist rejimin arabasına koyduğu bombalarla şehit ettiği Filistinli yazar Gassan Kanafani’nin yıllar yıllar önce yazdığı ‘Gazze’den Mektup’ hikayesinin (çeviri: Burak Demiryakan) bir bölümünü paylaşıyorum sizlerle bugün. Gazze’nin on yıllardır aynı zulmü gördüğünü ve aynı acıları yaşadığının delili olan bu hikayeye mutlaka daha önce rastlayanlar olmuştur. Okumayanlar da okusun istedim. Bu sarsıcı hikayenin tamamını Zoom Kitap’tan çıkan ‘Düşmanlıklar Zamanı’ kitabından okuyabilir ve internet mecralarında John Berger’in sesinden dinleyebilirsiniz.