Gazze, 27 Aralık sabahı, siyonist İsrail rejimi tarafından yeniden vuruldu.. Okullar, pazar yerleri, resmî binalar, insanların toplu olarak bulunduğu heryer yeniden hedef alındı.. Çoğu öğrenci olmak üzere, 250’ye yakın sivil -savunmasız insan hayatını kaybetti..
Ve ama asıl kaybedenler, hem siyonist İsrail rejimi oldu, hem dünya müslümanları ve hem de bütün bir beşeriyet..
Çünkü, bu bir savaş değil, Hitler’in yüzünü bile temize çıkaran bir korkunç zulüm uygulamasıdır, bu..
Bu zulüm, bu mazlum kanı, siyonist İsrail rejimini boğacaktır..
Ve dünyada, terör adı altında, ‘teröristlere hayat hakkı tanımayacağız..’ diye diye, kendisi için tehlike gördüğü her insanı ve toplumu yoketmeyi bir hak olarak gören, tam bir canavarca anlayışla hareket eden siyonist yahudiler ve onların bütün hâmileri, koruyucuları, destekleyicileri, gerçek çehrelerini bir daha göstermişlerdir.. Bu canavarlığın durdurulması, sadece yazılar, sözlü protestolar, mitingler değil, daha başka bir şeyler de istiyor..
Dünya kamuoyu ve özellikle diplomasi dünyası, deriiin bir vurdumduymazlık içinde.. Esasen, onlardan bir insanî tavır ve insaf beklemek bile abestir.. Yükselebilen tek şey, herhalde, ‘Bu kadarı da olmaz... Bu bir vahşiliktir..’ şeklindeki duygu yüklü açıklamalar.. Bir kısmı ise, tam mânâsıyla, timsah gözyaşı..
Gazze, 1,5 milyona yaklaşan bir nüfusu olan, ama, doğru dürüst suyu, elektriği, yolu, ekmeği, ilacı, hastahanesi olmayan, motorlu taşıtlarına bile akaryakıt bulamadığı için, şehir içinde eşek sırtında taşımacılığın yapıldığı bir ayrı dünya..
Siyonist İsrail rejimi, sırtını dayadığı dünya emperyalizmi ve şeytanî güçler aracılığıyla, Filistin konusunda, sadece Filistin halkını değil, halkı müslüman olan hemen bütün ülkeleri birbirine aykırı siyasetlerle meşgul edip, herbirisinin önce kendi menfaatlerini öncelemesini sağlaması hasebiyle, bütün bölgede istediği gibi at koşturuyor..
Mahmud Abbas başkanlığındaki Filistin özerk yönetimi ise, üç sene önce HAMAS’ın yüzde 65’le kazandığı seçimleri yok saydı ve zaten parça parça adacıklardan oluşan özerk yönetim bölgelerinin Gazze şeriti, İslamî hedefler etrafında bir araya gelmiş olan HAMAS’ın elinde kaldı; Ürdün Nehri’nin Batı yakasındaki bölgeler ise, laik Mahmud Abbas’ın ve El-Feth’in elinde.. Fiilî bir bölünme..
Bu parça-bölüklük içindeki yeni bölünmüşlük hali, üç senedir devam ediyor..
Gazze’de fiilî bir hükûmet, İsmail Heniye başkanlığında.. Nablus’ta ise, başta Amerika ve siyonist İsrail rejimi olmak üzere, dünyadaki hemen bütün şerr güçlerin desteğini kazanan, laik Mahmûd Abbas başkanlığında bir ayrı ve zorla kanuna uygun imiş gibi bir konuma getirilmiş ve uluslararası yardımlarla şişirilmeye çalışılan ve bu yolla elde tutulmaya çalışılan bir özerk yönetim..
Abbas’ın Devlet Başkanı olarak anılması bazılarımızı yanıltabiliyor ve öyle müstakil / bağımsız bir devletin filan sözkonusu olmadığı gerçeğini perdeliyor.. Her tarafı, siyonist İsrail rejiminin güçleriyle kuşatılmış ve her an, müdahale edebileceği bir yer, özerk yönetim altındaki topraklar..
Bazıları, ‘Filan ülke ne duruyor, niye müdahale etmiyor..’ suallerini sıralıyorlar..
Biraz daha nostaljik takılanlar, ‘Ahh, filan kişi iktidarda olsaydı, görürdünüz nasıl müdahele edildiğini..’ diye hayaller kuruyorlar veya avanak avcılığına çıkıyorlar..
Hele bir de, ‘Filan ordu var ya, bir girse onun önünde kimse duramaz..’ gibi, şövenist gururlanmalar yok mu.. (Ortadoğu’daki mes’elelerde, müslüman halkların inancı veya müslüman halkların yaşadığı bazı ülkelerle ilgili problemler sözkonusu olunca, mangalda kül bırakmayan TSK şefleri, anlı-şanlı generaller, Başbuğ’lar, ‘Ortadoğu’da bizden başka kimsenin böyle bir kabadayılık yapmasına izin vermeyiz, biz bu bölgenin alikıran başkeseniyiz.’ havasıyla hareket eden bu cinayetkârlık ve devlet terörü karşısında, haydi buyursunlar bakalım, tek cümle söyleyebiliyorlar mı; yoksa, ‘Bu işler Hükûmet’i ilgilendirir..’ mi diyorlar.. Sanki, görüş açıkladıkları diğer konular Hükûmet’i değil de sadece kendilerini ilgilendiriyormuş gibi.. )
* Terör’den hayat uman siyonist rejim ve hâmilerinden anlayış beklemek mi?
Hatırlanmalı ki, Ortadoğu’da Osmanlı dağıtıldıktan sonra, emperyalist dünyanın oluşturduğu yeni dünya düzeninin bir takım temel taşları yerinden oynatılacak olursa, bütün şerr güçler topyekûn saldırıya geçerler, ‘dünya barışını korumak’ adına..
Küçücük Kuveyt’in Saddam tarafından işgal edilmesiyle başlayan sürecin sonunda dünyada nelere mal olduğu görülmedi mi?
Pekiy, bütün bunlar karşısında yapılacak hiçbir şey yok mudur?
Bunlar dünya siyasetinden habersiz, ayakları yere değmiyen ve sadece kendilerinin bir takım tedbirler düşündüklerini sanan ve amma, ayakları suya değince, ‘Aaaa, ben öyle olduğunu bilmiyordum.. Bu da mı varmış..’ demiyecek, bir bilgi, idrak ve şuûra sahib olmayı gerektiriyor..
Yoksa, bazı sloganlar, şiarlar evet, yol açıcı olabilir; ama, tek başına sloganlarla ve kısa devrede sonuç alabileceğini sananlar hayal kırıklığına düşmekten kurtulamazlar..
Bazıları ise, tıpkı siyonist yahudilerin Filistin’liler ve özellikle de Gazze’liler için yaptıkları ve herkesi potansiyel ve yokedilmesi gereken ve bir ‘potansiyel terörist’ gibi gören değerlendirmelerinde olduğu gibi; bütün yahudileri ve savunmasız sivil insanları da yokedilmesi gereken ‘muzır’ yaratıklar olarak görmekten meded umuyorlar..
Biz bizzat yahudilere ve de bütün dünyaya, ‘müslümanlar olarak, -hedef alınmadıkları halde, kazaen meydana gelen ölümler dışında- asla çocukları, kadınları ve savunmasız sivilleri hedef almıyacağız, onlar bizi almaya devam etseler bile..’ diye ilan etmeliyiz.. Çünkü, biz müslümanların cinayetkârlardan, korktukça daha fazla öldürmektten meded uman ve öldürdükçe de daha fazla korkan bir ‘açmaz’a saplanmış olan şerr güçlerden ayrı, farklı ve üstün bir tarafımızın olması şarttır..
Ve Filistin mücadelemiz, öyle kan tepeye fırlayarak yapılacak birkaç eylemle, savaşla filan başarıya kolayca ulaşacak cinsten basit bir mücadele değildir..
Unutulmasın ki, yahudiler, vatansız kalmanın acısını 2 bin yıl yaşadıktan sonra nihayet 60 yıl öncelerde bugünkü noktaya ulaşabildiler.. Müslümanlar ise, henüz mes’eleyi tam olarak kavramış bile değiller ve sadece Filistin müslümanları, son 40 yıldır çetin bir mücadele veriyorlar ve ateş içinde eridikçe, geride daha net bir mücadele örneği kalıyor.. HAMAS bu mücadelenin ürünü.. İnşaallah daha da saflaşacaktır..
Bugün, Gazze’nin müslüman halkı, her türlü yokluk ve çaresizlik içinde, yine de ‘Ölüm ise.. Haysiyet ve şerefimizden yitirmek yerine, ölüme ‘Hoşgeldin..’ deriz..’ kararlılığındalar..
HAMAS’daki bu kararlılık, elbete ki, bir ‘kanser uru’ gibi telakki ediliyor emperyalist güç odaklarınca ve bu ‘ur’un kesilip atılması düşünülüyor..
Siyonist İsrail rejiminin bu son korkunç saldırısı üzerine, Amerikan Dışbakanı Condolezza Rice’ın, ‘Bu saldırıların sorumlusu HAMAS’tır..’ diyebilmesi gerçeği anlamak isteyenlere çok şeyler söylüyor..
Hayatiyet hakkını düşmanının insafından bekleyenlerimiz olsa bile, bereket ki, HAMAS hareketinin böyle bir yüzkızartıcı talebi ve beklentisi yok..
Bizler ise, bu çaresizlik içinde, ‘Acaba, neler yapabiliriz?’ diye, bir kalb sancısı içinde kıvranıyoruz ve bu da güzel elbette, ama, sadece bu yolla sağlıklı çözümlere kavuşmamız, neredeyse imkansız.. Gerektiğinde yüzlerce-binlerce yıl sürecek bir mücadelenin âdil, haklı ve aklî bütün gerekçelerini, dayanaklarını ortaya koyabilecek ve gereklerini yerine getirecek şekilde davranmaya var mıyız? Ve karşımızdakiler kendi metodlarının, ölçülerinin içinde vardılar o neticeye..
Biz müslümanlar da kendi ölçülerimiz içinde sefer eylemeliyiz; ‘Biz zaferle değil, seferle mükellefiz..’ diyerek.. Ve emîn olmalıyız ki, aslî ölçülerimizden fedakarlıkta bulunmadığımız takdirde, o bile, başlı başına bir zafer olmasına rağmen; Allah’u Tealâ’nın daha başka açık ve gaybî yardımları da ulaşacaktır.. ‘Nasr’un min’Allah we feth’un qarîb...’
*Sorumlu olan, bütün müslüman toplumlardır, sadece arablar değil!
Gazze için ve zulüm altında inleyen her mazlum için yüreklerimizin yangısının daha bir artması bile bir kazançtır.. Temelde ise, dünya müslümanlarının birliği, İslam Birliği idealini her şeyden önde tutmadıkça; her bir parçanın, önce kendi maslahat ve menfaatini gözönünde bulunduracağı ve bir ortak hedefe doğru ortak bir harekat gerçekleştirilmesinin imkansızlığı ortadadır..
Ama, şimdi yine, ‘Pis arablar, 3,5 yahudinin hakkından gelemiyorlar.. Bu arab rejimleri ne güne duruyor?’ gibi lafları geveleyenler de çıkacaktır.. Halbuki, emperyalistler eliyle kurulmamış ve onların elinde oyuncak tek bir arab rejimi var mıdır? Hem, sorumluluk sadece halklarının ve arab rejimlerinin üzerine atılmakla, öteki müslüman halkların ve müslümanlara hükmeden öteki rejimlerin sorumlulukları ortadan kalkacak mıdır?
Her bir müslüman insan ve toplum, bu korkunç cinayetler karşısında sorumluluk sahibidir ve sorumluluğu başkalarının üzerine atarak, bu utanç verici durumdan kurtulamayız..
Evet, bunun için de, İslam Birliği idealini ‘kuvveden fiile çıkarma’nın yollarına daha bir kafa yormalıyız.. Bu zor ve yüksek hedef, çok hayalî ve de çok emek, kan ve gözyaşı isteyen bir konu ise de, emperyalizmle sürekli mücadele içinde olmamızın gerektiği bir dünyada, bu aslî hedef gözetilmeden yapılacak her hareket, erimeye mahkûmdur..
* *
Yılbaşı’nı, Enbiyaullah’ı an(la)mak için bir fırsat sayamaz mıyız?
Bugünler, Hz. Îsâ Mesih (Jesus Christ) aleyhisselam’ın veladetinin -muhtemelen- 2009. yıl dönümü.. Muhtemelen diyorum, çünkü bu hususta kesin bir bilgi yok..
Gregorian denilen bu günkü miladî takvime göre, Hz. İsâ’nın doğum yılı, zâten şüpheli; hele gün olarak daha bir şüpheli.. Geçenlerde 10 Aralık günü, bütün dünya medyalarına geçilen bir haberde, Avustralya’lı bir gökbilimci, Hz. Îsa'nın doğumunu müjdelediğine inanılan yıldızın Aralık değil, Haziran’da ortaya çıktığını, dolayısıyla Hz. Îsâ’nın 25 Aralık değil, 17 Haziran’da doğduğunu ileri sürüyordu. The Times gazetesinin haberine göre, Avustralya'nın New South Wales (Yeni Güney Galler) bölgesindeki Port Macquarie Gözlemevi'nden emekli öğretim üyesi ve hâlen ‘Sky and Space’ (Gök ve Uzay) dergisinin haber editörü olan Dave Reneke, karmaşık bilgisayar yazılımları sayesinde 2 bin yıl önce Beytullahm (Betlehem) üzerindeki gökyüzünün gece haritasını çıkardıklarını belirtiyordu..
Araştırmalarının Hz Îsa'nın doğumunun 25 Aralık değil, 17 Haziran olduğunu ortaya koyduğunu kaydeden Reneke, ‘İsa'dan önce 2 yılında Venüs ve Jüpiter birbirlerine çok yaklaştı ve gece gökyüzünde çok parlak bir ışık oluştu’ iddiasında bulunuyordu..
Avustralyalı gökbilimci, bunun kesinkes, Hz. Îsâ'nın doğumunu müjdelediğine inanılan
İsa Yıldızı olduğunu söylemediklerini, ancak yaklaşık 2 bin yıl önce olup bitenleri anlatmak için kuvvetli bir açıklama olabileceğini ifade ediyordu..
*Milâd, bilindiği üzere, ‘doğum’ demektir.. Milâdî takvim Hz. Îsâ aleyhisselam’ın doğumu esas alınarak tedvin olunmuştur.. Yahudiler de ‘Şavuot’ dedikleri yılbaşı için Roş Aşana bayramını kutlarlar.. Yılbaşı’ndan 10 gün sonra ise, (oruç günü) Yom Kipur (Yem Kiffur/ Kefaret Günü) gelir. Ve yahudi takvimi, 5770’lerdedir..
Hind ve Güneydoğu Asya’da ise, 2500’lü yılları gösteren ve Konfuçyüs’ün yaşadığını dönemi başlangıç alan bir takvim kullanılmakta..
Biz müslümanlar ise, Resul-i Ekrem (S)’in Mekke’den Yesrib’e, Medine’ye Hicret’ini esas alan bir takvim 355 günlük ay yılını esas alan Hicrî-Qamerî ya da 365 günlük güneş yılını esas alan Hicrî- Şemsî takvimi kullanmaktayız.. (Daha doğrusu, kullanmakta idik...) Son 100 yıldır, miladî takvim kullanılmaya başlandı genelde..
29 Aralık 2008 günü, Hicrî-Qamerî takvimin 1430’ncu yılının ilk günü, 1 Muharrem’i başlamış olacak.. Hicrî- Şemsî takvimin ise 1387 yılındayız..
Bu yıl dönümleri, elbette insanların, zamanı belirlemek için, belirli noktaları kendilerine esas almaları zaruretinin bir sonucudur.. Yoksa, bu gökkubbe, bu yer ve bu yıldızlar, ezel ve ebed noktalarını ancak Allah’u Tealâ’nın bildiği bir seyir içinde, milyarlarca yıldır devam ediyor..
Biz müslümanların tarihlerini, Hicret’le başlatmalarının manâsını bile unutmamıza vesile oluyor, bu takvimin kullanımdan fiilen ve büyük çapta çıkarılması..
Ve bunu, bize emperyalizmin uşakları zorla kabul ettirmişlerdir.. Hristiyan dünyasının, ekonomik ve askerî güç ile elde ettiği emperyalist baskı gücüyle, kültür değerlerini de bütün dünyaya yaymak gibi bir hedefinin olduğu ortadadır.. Yoksa, müslümanların Hz. Îsâ’nın veladetinin anılmasından ve Hz. Îsâ’nın gerçek mesajlarının hatırlanmasından bir rahatsızlığı yoktur ve olamaz da..
Bugünkü emperyalist güçler, her ne kadar kendi takvimlerini Hz. İsâ Mesîh aleyhisselam’ın muhtemel doğum tarihine göre başlatılan bir takvimi esas almışlarsa da, takvim ve zamanın başlangıç noktası olarak belirledikleri ‘yılbaşı’ günleri için sahneledikleri tabloların, genelde Hz. İsâ aleyhisselam’ın şanına asla lâyık değildir.. (Hz. Îsâ’nın veladet günü için 24 Aralık ile 7 Ocak günleri arasında farklı takvimler ileri süren çeşitli hristiyan mezheblerinin olduğunu da hatırlayalım..)
Ve bu arada, 1930’da vefat eden Lübnan’lı şair ve mütefekkir (hristiyan arab) Khalil Jibran’ın bir güzel hikayesi vardır, ‘Fırtınalar’ isimli kitabında.. Orada, fakir olarak doğan, tecrid edilmiş bir halde yaşayan, haç’a gerilerek işkenceler gören, bir uygarlıktan diğerine, çağların üzerinde uçarak dolaşan bir âteş şûlesini düşünerek, bir Christmas/ Weihnachten /Noel gecesi, kalabalıkların içinde ilerlerken, Hz. İsâ’nın, kendi doğumu adına yapılanlardan şikayetçi olduğunu dile getirir.. ‘Cümle âlem, benim ismim ve geçmiş günlerin ismi etrafında ördüğü âdetler vesilesiyle bayram ediyor.. Ben ise, yeryüzünün batısını da doğusunu da bir gezgin gibi dolaştım, ama, insanlar arasında benim hakikatimi bilen yok..’ dedirttirir, Hz. Îsâ’ya..
*
Hz. Îsâ aleyhisselâm da yüce peygamberlerimizden birisidir ve bütün enbiyaullah (ilahî peygamberler) gibi, müslümanların kabulleri ‘imanî bir gereklilik’tir.. Baqara Sûresi’nin 285’nci âyetinde, mü’minlerin, ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..’ diye, bütün ‘enbiyaullah’ı kabul etmek zorunda oldukları ifade edilmiştir..
Buna rağmen, müslümanlar olarak kendimizdeki bir yanlışı da görmeliyiz.. Hz. Mûsa ve Hz. Îsâ sözkonusu olduğunda, sanki onlar da ilahî peygamberlerden değilmiş gibi, onlar sadece yahudi veya hrıstiyanların peygamberleriymiş gibi bir uzaklık sergileriz, genelde..
Bu yüzden, bazı çevrelerimizde, alternatif yılbaşı diye, konuyu yanlış noktalara ve kendimizi tecrid etmeye yönelik ve kimisi de (Mekke’nin Fethi gibi) tarihî gerçekliği belli olmayan ve son 30 yıl öncelerden beri sözkonusu edilmeye başlayan bir takım iddiaları esas alırız..
Halbuki, bu gibi yıldönümlerinde bütün ilahî peygamberleri, enbiyaullah’ı, onların sünnetlerini, hedeflerini inanç ölçülerimiz açısından anlamaya yönelik bir çaba göstermemiz gerekmez mi?