“Nice az topluluklar vardır ki, Allah'ın izniyle sayıca çok topluluğu yenmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (2:249)
I
Yüz günü aşkın bir süredir dünyanın gözü önünde bir soykırım yaşanıyor. İsrail’in Gazze’ye karşı yürüttüğü topyekün imha eksenli savaş siyaseti, korkunçluğunu ilk günkü gibi koruyor. Bunun klasik bir savaş olmadığını İsrail’in hiçbir sınır ve kural tanımamayı kendisine düstur edinmiş olmasından anlamak mümkün. Öte yandan katliamların ve yıkımların yol açtığı acı, tahribat ve sarsıntı ile buna karşı olan direniş; modern psikolojinin, sosyolojinin ve askeri sanatların şablonlarıyla izah edilebilmekten fersah fersah uzakta. Dolayısıyla bu insanların sabrı, tevekkülü ve yardımı yalnızca Allah’tan beklemeleri; bu muhteşem örnekliğin kökenleri konusunda insanları meraka sevk etmiş durumda.
II
“Bir aç-gözlülük saplantısı içindesiniz, mezarlarınıza girinceye dek (süren).” (102:1,2)
Modern paradigma, hayatı ölesiye kutsamaktadır. Ölüm olgusu ve düşüncesini gözlerden ırak tutmak ve ölümü neredeyse patolojik bir son olarak görmek teamül haline gelmiştir. İnsanı ne pahasına olursa olsun hayatta tutmak, elbette modernitenin gayba ve ahiret gününe kulağını, gözünü ve kalbini sıkıca kapatmasıyla doğrudan ilintilidir. Dünya hayatını meşru ya da gayrı-ı meşru olması fark etmeksizin sonuna kadar tecrübe etmek, basamakları sonuna kadar inatla çıkmak istemek teşvik edilen bir tutum haline gelmiştir. Sahip olunan her şeyin çok olması insanı muteber ve meşru kılan bir özellik olarak görülmektedir. Bütün bu dünyevileşmenin ortasında ölüm düşüncesi; uzak, karanlık, muğlak, rahatsız edici bir mahiyete bürünmüştür. Ölümün ve sonrasının deneysel araştırmaların alanına girememesi, laboratuvarda ve akademik kürsülerde incelenememesi; pozitivist zihnin, sancısını “göremiyorum öyleyse yoktur” kabilinden ilkel savunmalarla gidermeye çalışmasını beraberinde getirmiştir. Postmodernizmin “var ya da yok, ne olsa gider” şeklindeki gayr-ı ciddi tutumunun da bu konuda sadra şifa olduğu söylenemez. Hangi tip beslenmenin bünyeye daha iyi geleceği tartışması sulandırılabilir lakin öleceğini bilen bir varlık olarak insanın açıklanamayan anksiyetesinin önemli bir kısmı bu sorunun faturasıdır.
Gazze halkının üzerine kasırga gibi gelen ölümleri karşılayış şekli, modern dünyanın ölüm ile ilgili tasavvurlarını temellerinden sarsmıştır. Bir Filistinlinin ölmeye hazır bir şekilde topraklarını terk etmeyeceğini ilan etmesi, bir babanın bombardımandan hemen sonra ölen kızına vakur bir şekilde sarılmaya devam etmesi, bir yıkımın ardından Allah’ın yardımından başka bir şey istemediklerini söyleyen çocukların büyüklüğü; sadece Batı’nın değil bazen bizim de kavramakta güçlük çektiğimiz bir bilinç ve adanmışlık düzeyini işaretlemektedir.
Ölümü derin ve sarsılmaz bir tevekkülle karşılamak aslında kişinin ve toplumların gayb algısıyla doğrudan ilgili bir meseledir. Gündelik hayatta, insan ilişkilerinde, çeşitli problemlerle mücadele ederken gayb (Allah’ın yardımı, müdahalesi, etkisi vb.) alanına dair bir değerlendirme yapmadan bir harekete kalkışmak gerçekliği ıskalamak anlamına gelir. Bu durumun kadim fakat eskimez bir örneği Kalem suresinde “bahçe sahipleri kıssası”nda bulunmaktadır. Oysa rasyonalitenin kanun gibi algılandığı bir paradigmada her şey ölçülebilir, hesap edilebilir, öngörülebilir hale getirilebilmelidir. Gayb alanını devre dışı bırakmaya niyetlenen bir zihin için iki kere iki dört etmek zorundadır. Bu açıdan, insan zihninin kontrolü dışında olanı itibarsızlaştırmak, müstağni bir tutuma işaret eder. İnsanın hayatın merkezine alınmasıyla bir “efendi” haline getirilmesi, takdir edilir ki ölümle sıcak ve yakın bir bağ kurmasının önüne geçer.
Gazze halkının örnekliği, ölüm konusunda Batı dünyası için bir ders niteliğindedir. Bilimsel bilginin, devasa teknolojik aygıtların, askeri sanayinin ölüm için verebileceği esaslı bir cevap, getirebileceği hakiki bir çare bulunmamaktadır. Bu belirsizlik nefsin arzularına kayıtsız bir teslimiyeti beraberinde getirebilmektedir. İnsan fıtratındaki ölüm duygusu, hedonist bir çılgınlıkla baskılanmaktadır. Kapitalist kültürün ve ekonominin bu hazcı anlayışa kolaylıkla ve hevesle yol açabildiği malumdur. Öte yandan vahiyle irtibatı kopuk mistik/spiritüel yaklaşımların ne getirdiği konusunda sahici bir cevap vermek zor görünmektedir. Bu açıdan Gazze insanı, perspektifi ve pratiğiyle Batı dünyasını bilmedikleri, aşina olmadıkları, anlamakta zorlandıkları bir mecraya sürüklemektedir.
III
“ve kendi istekleri ne kadar çok olursa olsun, muhtaçlara, yetimlere ve esirlere yedirirler”(76:8)
Modern dünyanın insan hakları söyleminin afili ve gösterişli yapısına karşın defalarca sınıfta kaldığı ve artık çürümeye yüz tuttuğu kimse için sır değildir. Bu ilkelerin ve metinlerin içerikleri aslında o kadar da problemli görünmemektedir. Mesele bunların uygulanmasında ortaya çıkmaktadır. Ortadoğu’da gerçekleşen her hak ihlali dünyaya yayılırken sanki bir filtreden geçmekte, böylece olaylar çok kolay bir şekilde çarpıtılmaktadır. “Bazıları daha eşittir” sözünün tiyatrosu yıllardır bu topraklarda oynanmaktadır. HAMAS ve Gazzeli Müslümanların insan hakları konusundaki örnekliğine imrenmemek elde değildir. İsrailli esirlere yapılan muamele, savaş ve esir hukuku kitaplarının muhtevasını değiştirecek cinstendir.
IV
İslamcılığın bitişi, Siyasal İslam’ın iflası, ideolojilerin sonu gibi söylemlerle pazarlanmaya çalışılan yenilmişlik psikozuna karşı Müslüman halkların tarihinde aydınlık bir sayfa açılmıştır. Propaganda edilenin tam aksine İslam, sadece coğrafyamızın değil dünyanın geleceğinde de bir umut olmaya devam edecektir. Önemli olan, yaşadıklarımıza hakkıyla şahitlik etmek; imanımızla salih amellerimizi pekiştirip çoğaltmak, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye edenlerden olmaktır. Müslüman kardeşimizin imtihanını kendi meselemiz bilmek ve bundan hesaba çekileceğimizi unutmamak eylemlerimiz için en güçlü motivasyondur. Ancak bu şekilde pekiştirdiğimiz ümmet anlayışımız ve pratiğimiz insanlık için öncü bir model olacaktır.