“Tutuklamalar, yoğun işten çıkarmalar ve ekonomik baskılar, Başkan Erdoğan, medyaya diz çöktürmekten yüksünmüyor. Can çekişen bir demokrasinin otopsisi”.
Bu cümle Le Monde grubuna ait haftalık Télérama dergisinde “En Turquie, la mise au pas des médias” (Türkiye’de medyaya diz çöktürme) başlığı ve Olivier Tesquet’nin imzasıyla yayımlanan haber analizin alt başlığında yer alıyor. Diz çöktürülen, tahmin olunacağı gibi, Erdoğan karşıtı yayın yapan medya. Haberleri doğru veya yanlış, gerçek ya da manipülasyon, bu medyaya ve mensuplarına yönelik davalar basın özgürlüğünün ihlali kapsamına giriyor ve başlıktan da anlaşılacağı gibi, doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a fatura ediliyor. Fransız kamuoyu, Erdoğan’ın “otoriter sapma” içinde olduğu ve giderek “diktatörleştiği” hususunda yıllardır “bilgilendirildiği” için kestirmeden giderek suçluyu ilan etmek daha kolay elbette.
Tesquet, Cumhuriyet’in, “bu Sol, Kemalist ve vahşice laik medyanın” başyazarı Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül’ün suçlarının sadece “MİT’in Suriye’deki cihatçılara nasıl silah gönderdiğini video destekli olarak açıklamak” olduğuna dikkat çekiyor. TIR’ların içinde gerçekten varsa silahların cihatçılara değil Türkmenlere gitmiş olması önemli değil tabii, Esat rejimine karşı olan herkes “cihatçı” ve terörist” olduğuna göre, tuttuğunuz tarafa göre böyle de yazılabilir değil mi? Gazeteci uygun görmüş, böyle yazmış. Hem sonra böyle yazınca Türkiye’de demokrasiye can çekiştiren “İslamcı iktidarın” medeni Avrupa’nın bölgede kafa kesen vahşi düşmanlarına nasıl yardım ettiğini daha inandırıcı şekilde ortaya koymuş oluyor.
Fransa, “yarı-başkanlık” sisteminin özgün örneğini oluşturuyor; ABD ise tam “başkanlık” sisteminin. Ama bir de “Süper Başkanlık” sistemi varmış. Anayasa hukukçuları bu rejimi nasıl tarif eder bilemem ama Tesquet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istediği başkanlık sistemini böyle adlandırıyor. “Süper başkanlıkta Erdoğan Padişah, mutlak Derebeyi olmak istiyor”(un régime hyper présidentiel dont Erdogan voudrait être le padichah, le suzerain absolu) diye ekliyor. Yasama ve yürütmeyi benliğinde birleştiren Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’a “IV. François” demediğine göre, Erdoğan’ın Ayetullah Hameney gibi yargıya da hâkim olacak bir başkan olmayı istediğini varsayıyor olsa gerek.
Benzetme doğru olmadı galiba; çünkü Batı medyasında reformcuların seçimleri kazandığı bugünlerde İran’a dokunmak pek makbul değil. Fransız medyası İran Cumhurbaşkanı’nın 118 Air Bus sipariş ettiği Paris ziyaretiyle birlikte bu ülkede neden bütün yetkilerin bir kişide toplandığını, halkoyuyla seçilen Ruhani’nin neden Ruhani Önder’den daha az yetkiye sahip olduğunu sorgulamıyor. Ama gazeteciler, neyi, nasıl uygun görürlerse öyle yapar, gerekirse Türkiye’yi İran’dan daha az demokratik gösterebilirler, bu her ne kadar doğru olmasa da. Doğruyu bilmiyor, bilerek manipüle ediyor ya da yanlış değerlendiriyor olabilirler, her şey mümkün.
Yirmi yıldır tanıdığım El País yazarlarından birine, İstanbul’u son ziyaretinde, neden Orta Doğu’da Sisi, Esat gibi diktatörler, Hameney gibi dini bir lider varken Erdoğan’a “diktatör” yakıştırması yaptıklarını sormuştum. Sisi’nin, Esat’ın diktatör olduğunun herkesçe bilindiğini, Mısır ve Suriye değil ancak Türkiye’nin demokrasi açısından eleştirilebileceğini söylemişti. Son cümlede haklılık payı var belki ama Batı medyası üzerinden bakıldığında, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle karşılaştırılamayacak kadar demokratik olduğu anlaşılmıyor. Tuhaf tabii ama Olivier Tesquet’nin “Süper Başkanlık” sistemi varsayımı kadar da değil.
Aslında Tesquet, “Süper Başkanlık” sistemi hakkında bilgi vermiyor, sistemin bilindiğini var sayıyor. Türkiye’de basın özgürlüğünün olmadığı düşüncesinden hareketle, bunu bir bakıma bildiğimizi farz ettiği Süper Başkanlık sistemi ile ilintilendiriyor. “Bağımsız haber ajansı Bianet’teki veriler konuşuyor: 2014’den bu yana 192 kovuşturma, 687 işten çıkarma” diyor ve şöyle devam ediyor Tesquet: “2015’ten bu yana yargı 6 genel yayın yasağı getirdi, 6 kapalı oturum yaptı, 118 internet sitesini ve 353 Twitter hesabını kapadı.Toplamda 30’dan çok gazeteci, Erdoğan’ın Padişah, mutlak derebeyi olmak istediği Süper Başkanlık rejiminin hapishanelerinde paslanıyor”
Télérama’nın son sayısında “İstanbul: et si tout basculait ?” (İstanbul, ya denge bozulursa) başlıklı ve bir başka Olivier’nin, Olivier Pascal-Moussellard’ın imzasını taşıyan bir haber analiz yayımlandı. O da adaşı gibi AK Parti iktidarı nedeniyle Türkiye’nin geleceğinden çok kaygılı. Görünürde her şeyin normal göründüğünü söylüyor: “İstanbul, Şubat güneşinde, geleneksel çift yüzünü sunuyor, (…) Sultanahmet’te, Ayasofya bazilikasının semtinde turistler selfie çekiyor, yerel Champs Elysées İstiklal’de öğleden sonraları hep olduğu gibi, kalabalık yavaşça bir o yöne, bir bu yöne koşuşturuyor. Hayır, her şey çok iyi gidiyor, ama sadece yüzeyde.”
Pascal-Moussellard, sözü İstanbul’un nabzını iyi tuttuğunu belirttiği Fransız Anadolu Etütleri Enstitüsü (IFEA) Direktörü Jean François Pérouse’a bıraktığında, “ kazındığında, İstanbul’un bir sinir krizinin eşiğinde olduğu” ve (…) “en bilgili sakinlerini kaygılandırdığı” anlaşılıyor. Neden mi? Yazının devamı şöyle: “kaygının nedenleri az değil. Doğu Anadolu’da kentlerin bombalanması katliama dönüşüyor. Güneyde Suriye can çekişiyor, Batı’da ise Yunanistan çöküyor. 3 milyon mülteci ülkeye girmiş bulunuyor. Ankara’da ardı ardına suikastler oluyor. Başkan Recep Tayyip Erdoğan, gazetecileri, yargıçları veya siyasi muhalifleri halk tarafından cezalandırmak üzere Polis devletini kilitlemekten vazgeçmiyor. Bundan daha azına ülkelerin yalpaladığını gördük doğrusu“.
Bu beklenti gerçekleşmiyorsa, analizin doğru olmadığı, bir yerde hata yapıldığı düşünülmeli. Ama Monsieur Pérouse’un yazıya yansıyan böyle bir sözü yok. Buna karşılık, gerçekten var mı bilmediğimiz Ani isimli bir Ermeni vatandaşımızın, “Türkiye iç savaşa girerse şaşırmam” ifadesi alt başlığa yansıyor.
Fransız kamuoyuna halkın nabzını tutanlarla konuştuğu masalını aktaran yazar devamla, İstanbul’un görünürdeki dinamizmine, (yeni gökdelenler, Osmanlı mirasının canlandırılması gibi) aldanmamak gerektiğini öne sürüyor: “ Erdoğan’ın Boğaz’a üçüncü köprü veya yeni bir uluslararası Hava Limanı gibi Sultanca (Sultanesque) dev inşaatları çevreye zarar verme pahasına yapılıyor. (…) Elveda Avrupa, Başkan kararlılıkla Sünni ülkelere yüzünü döndü; omlar Müslüman muhafazakârlığına, bölgesel hırslarına, aile business’ine daha açıklar.” Yazar daha sonra Beşiktaş’taki bir barda karşılaştığı “şarabını yudumlayan” genç gazeteci Gözde Kazaz’a yukarıda söylediklerini teyit ediyor: “Avrupa’mı? Aramızda sözünü bile etmiyoruz.”
Olivier Pascal-Moussellard’ın halkın nabzını tuttuğunu öne sürdüğü analizinde son durağı HDP milletvekili Garo Paylan. Milletvekili yazıda eksik kalan son bombayı da patlatıyor: “Bugünün Kürtleri dünün Ermenileri”. Yazar, bir sonraki alt başlığına taşıdığı bu sözde “bilimsel” analizi Paylan’ın sözleri üzerinden derinleştiriyor. Paylan, yüz yıl önce sinik ve fırsatçı Jön Türk hükümetinin Türkiye’nin sorunlarından Ermeni azınlığı sorumlu tuttuğunu ve bunun bir soykırımla sonuçlandığını söylüyor. Ardından söz konusu benzetmeyi yapıyor ve ekliyor: “aradaki fark, Kürtlerin silahlı ve organize olmaları. Ama Erdoğan, sivilleri, kadınlar ve çocuklar dâhil herkesi hedef alıyor. Ve Avrupa susuyor”. Paylan, Avrupa’nın Erdoğan’ın kapıları açıp 3 milyon mülteciyi Yunanistan’a yollamasından çekindiği için sustuğu görüşünde. Ama “bu suçlu sessizlik Avrupa’yı korumaz; ya işler ters döner de yüzbinlerce Kürt kapısını çalarsa.” Boş lâf elbette çünkü halk PKK’ya bugüne kadar destek vermiş, iç savaş teorisi işlemiş değil. Ama işleseydi neler olabileceğini de açıkça gözler önüne seriyor.
Pascal-Moussellard’ın yazısı çok uzun. Paylan’la konuştuktan sonra mülteciler konusuna giriyor. Bir Avrupalı diplomatın, olasılıkla Başkonsolosluktan birinin, “hepimiz biliyoruz ki Erdoğan artık güvenilir değil. Ama demokratik olarak seçildi ve mülteci akımını durdurmak için O’na ihtiyacımız var” sözlerini aktarıyor. Bu sözler yazının belki de en objektif birkaç satırını oluşturuyor. Dört ay önce sandıktan yüzde 49,5 oyla çıkmış bir iktidarın sadece karşıtları ile konuşup yazarsanız, içeriğinden bağımsız olarak, yazınızın objektif olduğunu iddia edemezsiniz elbette.
Gazetecilik son dönemde ilginç bir hal aldı. Dünyada yumuşak bir savaşın silahlarından birine dönüştü. Yazılarımda hep altını çizdiğim gibi, bugün tek merkezden harekete geçen ve çok konuşulan dillerde aynı doğrultuda, aynı argümanlarla yayın yapan Batı kökenli uluslararası bir medya var. Türkiye’ye yönelik olarak Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı yapıyor, yukarıda bir örneğini daha aktardığım gibi, bu bağlamda ayrıca PKK’yı da destekliyor.
Ne var ki medya üzerinden yürüyen bu savaşın demokrasiyi önceleyen tüm kurallarına uymak gerekiyor. Kuralların başında basın özgürlüğü geliyor elbette. Bu özgürlük, açıkça yapıldığı görülen yalan haberleri, dezenformasyon ve manipülasyonları da kapsıyor. Gazetecilerin bir yerde dokunulmazlık zırhı var. O bakımdan bu acı gerçeği kabul etmekte ve bugün itibariyle uluslararası alanda etkin olabilecek medya gücüne ulaşmış olmasak da, kamu diplomasisini iyi kullanarak, oyunu kurallarına göre oynamakta yarar bulunuyor kuşkusuz.
Serbestiyet