Cumartesi gecesi saat dokuz civarında benim odada Yasemin Çongar, Mustafa Cesur, Yıldıray Oğur gazetenin Anadolu baskısını göndermenin rahatlığıyla yemek yemeye hazırlanıp laflıyoruz.
O sırada, sayfa editörlerimizden biri, matbaanın “biz sizi bugün basmıyoruz, niye sayfalarınızı gönderdiniz” dediğini söyledi.
Başar Arslan’ı arayıp, “Star Gazetesi bizi basmıyormuş, bir sorun mu var” dedim, “hayır, hiç bir sorun yok, daha iki gün önce çeklerini verdik, herhalde size yanlış haber geldi” dedi.
Mustafa Cesur matbaayı aradı. Haber doğruydu. Gazeteyi basmıyorlardı.
“Kâğıt yok, basmayacağız” dediler.
Yeniden Başar’ı aradım. Hayır, kâğıt sorunu da yoktu. Sadece iki günlük kâğıt eksiğimiz vardı. Bizim bir aylık kâğıt giderimizin Zaman ya da Hürriyet Gazetesi’nin bir günlük giderine tekabül ettiği düşünülürse “bizim iki günlük kâğıt eksiğimiz” çok cüzi bir miktardı.
Ne olduğunu anlayabilmek için Mustafa yeniden matbaayı aradı. Devreye bizim genel müdür Hilmi Bey girdi. O da matbaayı aradı.
Defalarca konuşuldu. Cevap netti. Basmıyorlardı. Sonra, matbaadan bir yetkili, “sadece dört bin gazete basarız, nerede istediğinizi söyleyin orada dört bin gazete basalım” dedi.
Biz ortalama 85 bin gazete basıyoruz günde, dört bin gazete basmanın bir anlamı yoktu, Mustafa, eski arkadaşı olan matbaa yöneticisine “böyle vicdansızlık yapmayın, dört bin gazete basmanın ne anlamı var” dedi.
Defalarca telefondan sonra gazetenin basılmayacağı ortaya çıktı.
Saat o sırada artık on bir olmuştu. Başka matbaa aradık. Onu da bulamadık.
Gazete çıkmayacaktı.
Saat ikiye doğru matbaadan yeniden aradılar, “talimat geldi gazeteyi basacağız” dediler. “Kâğıt yok onun için basmıyoruz” lafının doğru olmadığını anladık.
O saatte basılan gazetenin Anadolu’ya gitme ihtimali kalmamıştı, sabaha karşı ikide basılacak bir gazete Anadolu şehirlerine ancak ertesi akşam varabilirdi.
“Sadece şehirlerde basın” dedik.
Epeyce üzgün bir şekilde dağıldık.
Sabahleyin ben gazeteye geldim. Yasemin Çongar aradı:
“Şimdi Star’ın Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu bana telefon etti, ‘Ahmet Bey matbaa müdürlerine bağırmış, oraya gelirsem matbaayı yakarım demiş, matbaa müdürleri de onun için kızıp gazeteyi basmamışlar, gazetenin basılmamasının, sizin attığınız AKP manşetiyle bir ilgisi yok, ben öyle bir şey yapmam,’ dedi. Ben de kendisine, ‘biz hep birlikteydik Ahmet Bey matbaadan kimseyle konuşmadı,’ dedim.”
Bunun üzerine ben Karaalioğlu’nu aradım.
Başbakan’la birlikte gittiği Libya’dan yeni dönmüştü.
Ona, “ben sizin matbaadan kimseyle konuşmadım, bu yalan” dedim.
“Onu yanlış söylemişim. Siz bağırmamışsınız, sizin adınıza arayan biri bağırmış,” dedi.
“Benim adıma arayan Mustafa Cesur bütün telefon konuşmalarını benim yanımdan yaptı, kimseye bağırmadı. Bu da yalan.”
“Ben bir daha araştırayım, tekrar konuşalım” dedi.
Biraz sonra gene aradı.
“Gazetenin basılmamasını siz istemişsiniz” dedi. “Matbaadakiler, İstanbul şehri basmayacaklarını söylemişler, siz de hiçbir yeri basmayın demişsiniz, onun için basmamışlar.”
“Bu da yalan” dedim, “çünkü öyle bir talimat vermedim. Kim, gazetesinin basılmasına engel olur?”
Sonra da asıl düşüncemi açıkladım.
“Sana bu kadar çok yalan söylediklerine göre biri bilinçli bir şekilde, gazeteyi sabote etmek için basmamış. Aksi takdirde durumu açıklamak için niye birbirini tutmayan bu kadar çok yalan söylesinler?”
Karaalioğlu, “bizim gazeteden kimse Taraf’ı sabote etmez. Burada benden habersiz böyle bir şey yapamazlar. Bizimkiler, ‘bazı yerlerde dört bin gazete eksik basacağız’ demişler, siz yanlış anlayıp sadece dört bin gazete basılacağını sanıp, hiçbirini basmayın demişsiniz.”
“Bu da yalan,” dedim, “çünkü matbaayla en az on beş kere konuştular, ben hepsini dinledim, bir konuşma yanlış anlaşılır, on beş konuşma yanlış anlaşılmaz. Gazetenin basılmasını istemesek bir defa söyleriz, neden on beş kere arayıp bastırmak için ısrar edelim?”
Karaalioğlu’na “bir para sorunu mu var” diye de sordum, “hayır, bir para sorunu yok, hepsinin çeklerini ödediniz, kâğıt konusu da önemli değil, çok az bir açığınız var, basılmamasının nedeni bunlar değil, sadece yanlış anlaşılma,” dedi.
Ben de “yanlış anlaşılma olamayacağını, artarda bu kadar çok ve birbirini tutmayan yalanlar söyleyenlerin gazeteyi bilinçli olarak sabote ettiklerini,” tekrar edip gerçeği ortaya çıkarmasını rica ettim.
Karaalioğlu da gerçeğin sadece “yanlış anlaşılma” olduğunda ısrar etti.
Benin anladığım Karaalioğlu seyahatteyken “bir el” gazetenin matbaasına uzandı ve bizim gazetenin basılmasını engelledi.
“O elin” kimin eli olduğunu birileri biliyordur.
Yakında hepimiz öğreniriz.
Böyle büyük “mesleki günahların” suçlusu hiçbir zaman gizli kalmaz.
Bu tür “günahları” da ne gazeteciler affeder, ne de okurlar affeder.
TARAF