Türkiye'nin temel bir zihniyet dönüşümü yaşamasına ihtiyacı vardır.
Bizi yeryüzünde onurlu, güvenli, özgür ve felaha engel olmayacak düzeyde refaha götürecek bir zihniyet devrimi. Böyle bir devrimin zihin altyapısının oluşması için öncelikle hakikatte çözümü gayet kolay aktüel sosyo-politik sorunların bir hal yoluna konması gerekir. Bunlar da basitçe Kürt sorunu, Alevilerin tabii hak ve taleplerinin karşılanması, gayrimüslimlerin durumlarının düzeltilmesi. Başka konular da var: Gelir adaletsizliği, kimlik krizi, Türkiye'nin bölgesinde kendisiyle eşdeğer ülkelerle eşitlik temelinde işbirliği yapıp yeni bölgesel bir entegrasyonun kurulmasında rol alması vs.
Eskiyle mukayese edildiğinde umut verici adımların atıldığı müşahede edilmektedir. Gayrimüslimlerin cemaat vakıfları, taşınmaz malları konusunda alınan karar bunlardan biridir. Hükümet gayrimüslimlere "zulüm"den başka kelime ile ifadesi mümkün olmayan bir uygulamaya son verdi: 1936'dan sonra edindikleri ve 1974'ten bu yana Hazine'ye devredilen taşınmaz mallarının asli sahiplerine iade edilmesine karar verdi. Hükümete ve Sayın Başbakan'a hepimizin teşekkür borcu var.
Musevi Hahambaşı Haleva bu kararı "Osmanlı'dan kalma bir ışığın devamı" olarak yorumladı. Aslında bu karar, her yerin karla kaplı olduğu soğuk ve kapkaranlık bir gecede Tur Dağı'nda "Ben bir ateş (ışık) gördüm." (28/Kasas, 29) diyen Musa aleyhisselamın ve diğer bütün peygamberlerin beslendiği vahyin ışığıdır.
Bu kaynaktan aldığı güçle dünyayı aydınlatan, zemheri soğukta ısıtan son Peygamber (sas) oldu. Gayrimüslimlerle ilişkileri, ya "muahid/anlaşmalı (siyasî ortaklığın aktörlerinden biri)" veya "zımmi hâkim yönetimin koruması altındaki sözleşmeli" olarak belirledi ve şöyle buyurdu: "Zımmiye zulmedenin kıyamet günü hasmı benim." (Ebu Davut, İmaret, 33) Genel hatlarıyla İslam tarihinde gayrimüslimlerle ilişkiler bu çerçevede sürdü, bazen Müslüman yöneticiler zulmetti, ama hiçbir zaman varlıklarını imha etmeye yönelmedi.
Gayrimüslimlerin ağır mahrumiyetlere uğradığı yer Türkiye'nin cumhuriyet sonrası dönemidir. Batı'yı referans alan Türkiye, gayrimüslimleri "millet sisteminin mensubu zımmiler" olmaktan çıkarıp "azınlık (ekalliyet)" statüsüne soktu, zorunlu mübadeleye tabi tuttu, onlara ikinci sınıf vatandaşlığı bile çok gördü, onları potansiyel tehdit ilan etti, nefret objesi yaptı, onlara mahsus hukuksuz vergiler ihdas etti, milliyetçi unsurları provoke ederek kalanları da kaçırtıp 1910'dan sonra yaptığı gibi mallarını mülklerini Türkleştirdiği unsurlara geçirip "milli burjuvazi"yi besleyip semirtti.
Ağır, ama istikrarlı adımlarla normalleşiyoruz. Normalleşme gayrimüslimlerin öncelikle "bir Batı musibeti olan azınlık" statüsünden çıkarılıp "yurttaş" konumuna çıkarılmalarıdır. Bu köşeyi takip edenler, yine "Batı musibeti olan mutlak eşit yurttaşlık"ın bugün yaşadığımız etnik, mezhebi ve farklı kimlikler arasındaki çatışmalara çare olmadığını defalarca yazdığımızı bilirler. Eşit yurttaşlığı temel alan bir anayasal yurttaşlık mevcut sorunları yeni formlar içinde üretip sürdürmekten başka işe yaramayacaktır. Referans alınması gereken "hukuk karşısında eşit, ama sosyo-kültürel olarak farklılığı esas alan yeni bir yurttaşlık veya tabiiyet anlayışı"dır. Ancak bu sağlanıncaya kadar, bugün milli sınırlar içinde Müslümanlarla çatışma içinde olmayan gayrimüslimlerin tümünün (Ermeni, Süryani, Rum, Musevi) diğerleri gibi "eşit yurttaşlar" olarak muamele görmeleri onların tabii haklarıdır.
Bu çerçevede cemaat vakıflarına ait malların iadesi yönünde verilen kararı, bir an önce Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması, din ve ibadet özgürlüklerini kısıtlayan yasakların kaldırılması, Fener Patriği'nin "ekümenik vasfı"nın tanınması ve "Batı Trakya'da yaşayan Müslüman kardeşlerimize karşılık bizdeki gayrimüslimlerin rehin muamelesi" görmekten kurtarılması yönündeki kararlar izlemelidir. Bunu yaparken tabii ki Batı Trakya'daki Müslümanlara da aynı hak ve statünün tanınması için çalışacağız, ama bizdeki gayrimüslimleri artık rehin görmeyeceğiz.
ZAMAN