“Gaye-i Hayal”

Günlerdir kafamda Bediüzzaman Hazretlerinin bir tespiti dönüp duruyor:

 “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri).
Muhteşem Osmanlıca terkibi, bugünkü dile çevirmeye çalışırsak…
İnsanın hayatında bir intizam ve hedef bulunmazsa, tüm zihni ve düşüncesi kendine yönelir. Nefsinin güdümüne girer. Bütün gayretini bu yolda sarf eder.
Sonuç olarak kendi benliğinin bir kölesi, bir aracı haline dönüşür.
Her şeyi kendi benliğine hizmet eden bir vasıta olarak düşünür. Bu da insanı egoist ve hedonist (hayatın gayesini hazcılık olarak görenler) yapar. Yaradılış hikmetinden kopar, bencil ve zevkperest (hedonist) bir hale düşer. Zalim ve duyarsız olur.
Şu bir gerçek ki, insanın yapmış olduğu bütün zulüm ve ahlaksızlıkların temelinde, insanın kendisini unutması ve gayesiz kalması yatıyor.
Mavi Marmara gemisinde bulunanların Gazze’ye insani yardım götürmek gibi bir “gaye-i hayal”leri vardı…
Milyonlarca insanın salt kendine yaşadığı, Müslümanların bile “Arapların duyarsız kaldığı bir konuya neden biz duyarlı davranalım?..” anlayışı içinde, âdeta “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dercesine yaşadığı bir âlemde, “öteki”ne yardım uğruna ölümü göze aldılar…
Bu uğurda ölüm hiç kuşkusuz şahadettir…
Sorgulanması gereken bu duyarlılık değil, geride kalan kitlesel duyarsızlıktır…
Sorgulanması gereken neden bizim de o gemide olmadığımız, onun gibi on gemi daha kaldırmadığımızdır!
Kendimizi bu konuda, kendi vicdan mahşerimizde yargılamalıyız…
İnsani boyutta duyarlılığımızı sorgulamalıyız…
Bu duyarlılığı “Radikal İslâmcı hareket” olarak damgalayıp küçümsemek isteyenlere de şu tek soruyu sormalıyız:
“Mavi Marmara Gemisi’nde insani yardım uğruna insanlar ölürken, sen “radikal İslâmcı” olmayan duruşunla nerelerdeydin?”
Bunu önce kendime soruyorum ve bu soru ile utancımdan kıpkırmızı oluyorum.
Utanç içinde, en azından “ölenlere rahmet” diliyorum…
En azından onları “şehit” ilân ediyorum…
En azından ölenleri değil, katillerini sorguluyorum…
Gidenlerde “ard niyet” aramak yerine, gitmeyenlerde (başta kendim) “niyetsizlik”, umursamazlık, nemelâzımcılık arıyorum.
Bu duruşu insan olmanın “asgari şart”ı olarak görüyorum!

Mavi Marmara olayının dumanı tüterken, sıcağı sıcağına yazdığım bir yazıda “Maksat hâsıl olmuştur” demiştim…
Aynı kanaatteyim…
Maksat hâsıl oldu. Hükümetimiz ve hükümetler (hatta Birleşmiş Milletler) olaya sahip çıktı..
Artık diplomasi konuşuyor…
Eğer hükümetimizde bir gevşeme görürsek, sokağın demokratik gücünü yeniden devreye sokabiliriz. Şimdiki halde Türkiye’yi zora sokacak gösterilerden kaçınmak ve bazı partilerin bu olayı iç politika malzemesi olarak kullanma çabalarına (yapılan bazı gösterilerde bu amaç ayan-beyan görünüyordu) alet olmamak durumundayız.
Kimse acımızı oya tahvil edemesin…
Zaman, bilinç düzeyi yüksek vakur bir sessizliğe bürünme zamanıdır…
Elbette şehitlerimizi unutmayacak ve unutturmayacağız! Ancak bunu yaparken son derece dikkatli olmak ve haklı davamızı kirletmemek zorundayız.
Bu da bilinçli vakur bir duruşla olur.
Biliyorsunuz: Kitleler bağırdıkça bilenir, bilendikçe kontrolden çıkar…
Kontrolsüzlük ise hem amacımıza zarar verir, hem de ülkemize…
Yani fevrilikten kaçınmamız gerekiyor!
Karşımızda uluslar arası hukuku hiçe sayan korsan bir devlet var…
Aynı yöntemle karşılık vermek aynı düzeye düşmek olur…
Biz aynı düzeye düşemeyiz. Zira arkamızda beş bin senelik bir devlet geleneği var. Bu gelenekten gelenler duygularıyla değil, mantıklarıyla hareket ederler.
Binaenaleyh, çözüm, uçaklarımızı İsrail’e göndermekten değil, İsrail’i uluslar arası hukuk çerçevesine oturtuncaya kadar diplomatik taarruzlarımızı sürdürmekten geçiyor.
Ancak böyle bir çözüm kalıcı olur ve Ortadoğu’ya huzur getirir.
Yani niyet bağcı dövmek değil üzüm yemek olmalı…

VAKİT