“Gavur”da akıl olsa Müslüman olurdu, dediğim zaman bazıları bu cümleye takılacak biliyorum. Çünkü öncelikle “gavur” ne demek diyecek bazıları. Diğer bazısı akıllı “gavur” da var diyecek. Hatta bazısı günümüzde “gavur”, Müslüman’dan daha akıllı diyecek. Ancak bu duymadığınız bir cümle de değil, kullanım hakkı da bana ait değil. O halde ben ikinci cümlemi de kurayım: Müslüman da akıl olsa “gavur” olmazdı. Çünkü akıl imanın zorunlu şartıdır.
Ben sıra dışı bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü popüler sıra dışılık tavrını, sıramızın, safımızın dışına düşmek ve safımızı terk etmek olarak algılıyorum. Ancak yine ben, mü’min olmanın yegane birincil şartını “okçular tepesini her ne pahasına olsun terk etmemek” olarak algılıyorum. Bununla beraber kendime koştuğum ikinci şart da şudur: bizim derdimizle ilgilenmeyen bizden değildir. Üçüncü şartım: bizi aldatan bizden değildir, bizim topluluğumuzdan, bizim ümmetimizden değildir.
Bu şartları hiçe sayarcasına “gavur”luk yaparak Müslümanları aldatmaya kalkanları affedemiyorum. Müslümanları kandırmaya çalışanları affedemiyorum.
Unutmayınız ki bizim annelerimiz bizlere, yani kendi öz çocuklarına dua ederken hep şöyle derler: “Ya Rabbi! Önce tüm Ümmet-i Muhammed’in çocuklarını sonra da benimkileri koru.” Bu hiçbir modern zihin içerisinde üretilemeyecek kadar değerli ve değerli olduğu kadar nitelikli bir duruştur, yakarıştır. O halde annelerimizin duasının semtinden geçmeyen “gavur”lukların düşmanıyız.
İslam’ın gereğine inanmak ve “gavur” olmaktan kaçınmak, İslami olmayandan rahatsız olmayı gerektirir. Niçin hiç kimse, anormal –fahşa, münker, tuğyan, haram, azgınlık- olanın anormal olduğunu söyleme cesareti göstermiyor. Bunun yanında hayatın şeklini tayin eden de konuşulan değil anlaşılandır. Yazıyı yazan değil okuyan tesiri icra eder. Eğer edecekse! Kur’an okununca –yani Kur’an konuşunca- değil anlaşılınca tesiri ortaya çıkar. Zaten Kur’an da nesneleştiren değil özneleştiren bir dil kullanır. İnsan hayatını etkileyen, o hayata tesir eden ‘anlaşılma’ meselesidir. O istenilen tesir elde edilemiyor ise, anlaşılma sorunu var demektir. Hitap, muhataba göre ikincildir. Dinleyen –muhatap- meseleyi anlayamıyorsa “kellim kellim la yenfa’”.
Gavurluğu yeniden keşfetmenin akıllılık zannedildiği günümüz toplumsal ve siyasal hayatında, gavurluktan beri olduğumuzu yüksek sesle dile getirmeliyiz. Apaçık gavurluğu yine apaçık bir şekilde reddetmeyip Müslümanları tartışma nesnesi haline getirmek açık bir aymazlık olduğu kadar farkında olunsun yada olunmasın “gavurluk”tan başka bir şey değildir.
Bu “gavurluk” meselesi de nereden çıktı dediğinizi duyar gibiyim. Kelimenin soy kütüğüne bakınca şunlar karşımıza çıkıyor: Gavur, Türkçe’de Müslüman olmayan kişileri belirtmek için kullanılan bir sıfattır. Osmanlı Devleti döneminde Farsça gebr sözcüğünden Türkçeye girmiş ve bu dönemde gayr-ı müslimleri, özellikle de Rumları nitelemek için kullanılmıştır.
1856 yılında Osmanlı Devleti içinde ilan edilen ve Osmanlı Devleti bünyesinde yaşayan, hangi dinden olursa olsun herkesin birbiriyle eşit haklara sahip olmasını öngören Islahat Fermanı ile birlikte, Gâvur sözcüğünün de içinde bulunduğu pek çok kelime ‘küçük düşürücü’ sayılarak yasaklanmıştır. Ama halkımız bir defa söyleyeceğini söylemiştir. Sözcük toplum arasında hızla yayılmış ve Arapça kâfir sözcüğü ile eşanlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Gâvur sözcüğü Türkçe üzerinden Balkanlardaki pek çok toplumun da diline girmiştir. Bu sözcüğe Bulgarcada Gyaur, Rumencede Ghiaur, Sırpçada ve Hırvatçada Kaurin, Arnavutçada ise Kaurr denmiştir.
Böylece anlıyoruz ki “gavurluk” bu halkın dilinde “kafirleşme”nin –kafirce düşünmenin, yaşamanın, kafirlere öykünmenin, onların yanında saf tutmanın- bir ifadesi olmuştur. Halk böyle tefsir etmiştir bunu. Kelime takıntısını bir kenara bırakacak olursak halk turnayı gözünden vurmuştur. Ayrımı ortaya koymuştur. Daha sonra kalem tutan, mürekkep yalayanlar buna Frenkleşme demiştir. Sonra Batılılaşma gelmiş, Avrupalılaşma olmuş, Çağdaşlaşma olmuştur. Ama halk “gavur”a “gavur” demekten vazgeçmemiştir. Hatırlayınız ki, tuvaletleri bile alaturka yahut alafranga ismini vererek ayrıştırmıştır. Ayakyolunda bile bir ayrıma giden halkımızın bu bilinçaltı aslında sağlam bir duruşu ifade ediyor. Şimdi ahlaken, siyaseten üzerimize giydirilmeye çalışılan deli gömleklerini görünce bu ayrımın ne kadar değerli olduğunu anlıyoruz.
“Gavur”un akılsız olduğu için Müslüman olmadığını kayıt altına aldıktan sonra, Müslüman’ın gavurluğu meselesine gelince, burada duyguda, ahlakta, ilişkilerde, siyasette, ticarette Müslümanlığımızla telif-i kabil olmayan durumlarla karşılaşıyoruz. Kimden yanayız, kimin safındayız, kimlerle saf tutuyoruz sorularına amasız cevaplar üretebileceğimiz vasatı kaybediyoruz. Gavurun ekmeğini yemediğimizi iddia ediyorsak gavurun kılıcını sallamadığımızı yada gavurca kılıç sallamayı terk ettiğimizi açıkça göstermeliyiz. Bunu gösteremeyenler gavurlukları içerisinde kalacaklardır. Halkımız da, akidevi ayrımı gündeme getirecek bilinçten yoksun olsa da bunlara “gavurun kılıcını sallayan adam” muamelesi yapmaktan vazgeçmeyecektir.
Bu seçim sürecinde bu gavurluklara sıkça rastlamak mümkündür. Dinimize, imanımıza, ahlakımıza, varlığımıza saldırıyı varlık gerekçesi haline getirmiş siyasal ve sosyal çevrelere karşı duruşumuzun Müslümanca ortaya konulması “gavur” olmadığımızın ve asla olmayacağımızın beyanı olacaktır.
Müslümanların maslahatını bu “gavur” sürüsüne karşı savunmak, ıslah yollarımızın ve alanlarımızın genişlemesine vesile olacak bir mücadele usulünü ve stratejisini geliştirmek, bu mücadelenin de bilfiil verilmesini “mü’min” olmanın asgari şartı sayarak gündemlere müdahale etmek zorundayız. Yani gavurlaşmaya karşı direniş!
Tatlı su mücadeleciliği ile, arkaik statükoculuk ile, kirlenmemesi için vicdanları uykuya yatırmakla, tutarlı olmak için hareketsiz kalmakla bir yere varmanın mümkün olmadığını biliyoruz. Mücadele hattının tutarlılığı ile bir vizyon çerçevesinde hedefe yönelmek kadar süreç içerisinde stratejik adımlarımızı hangi gerekçelerle atmamız, hangi zeminlere ayak basmamız ve ayakta kalmamız gerektiği hususlarını da derinlemesine düşünmeliyiz. Asla müdahaneye düşmeden.