Füze kalkanı tehdidinin farkında mıyız?

KENAN ALPAY

ABD ne zaman Ortadoğu ve İslam coğrafyasına dair kirli planlar yapsa, Türkiye için yeni bir imtihan alanı doğmuş oluyor.

Afganistan’ı işgal etmek mi istiyor, hemen Türkiye’den askeri, siyasi, lojistik vs. aktif desteğini talep ediyor. Irak’ın işgali veya İran’a uygulanacak abluka mı söz konusu, Filistin veya Suriye’yi İsrail ile masaya oturtmak mı gündemde, hemen aynı prosedür devreye giriyor. Önce ABD müdahalesinin ve bu müdahaleye Türkiye’nin desteğinin gerekliliğine dair medya üzerinden psikolojik bir harekât oluşturuluyor ardından diplomatik ve iktisadi tehditler devreye giriyor. ABD ile beraber hareket etme noktasında itirazlar veya tereddütler, ağırdan almaların karşılığında Ermeni meselesi, Kıbrıs sorunu, PKK’nın yeni saldırı planları vs. vs. bir dizi klasik şantaj malzemesi hiç geciktirilmeksizin sahneye konuluyor.

Bugünlerde Türkiye, ‘Füze Kalkanı Projesi’ ile ABD’nin ne kadar sadık müttefiki, NATO’nun ne kadar sadık bileşeni olduğuna dair yeni ve ağır bir ‘samimiyet’ testine tabi tutulmakta. 19–20 Kasım tarihlerinde Portekiz’in başkenti Lizbon’da toplanacak NATO Zirvesi’nde Türkiye Füze Kalkanı Projesi’ni onaylamaya ve ev sahibi olmaya ikna edilmek isteniyor. ABD ve AB’nin dışarıdan, AK Parti karşıtı Kemalist-Sol çevreler tarafından içeriden eksen kayması ile eleştiri ve suçlamalara muhatap olan Türkiye dış politikası Lizbon’da sıkı bir ablukaya alınacağa benziyor.

AK Parti Hükümeti’nin daha önce Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya kurulmak istenen fakat Rusya’nın sert muhalefeti sonucu iptal edilen Füze Kalkanı’na topraklarında yer açmak istemediği biliniyor. Hem Başbakan Erdoğan hem de Dışişleri Bakanı Davutoğlu söz konusu projeye mesafeli olduklarını, herhangi bir komşu ülkeyi tehdit olarak algılamadıklarını beyan ettiler. İran, Suriye ve Yunanistan ile geliştirilen ilişkiler eski defterlerin kapatılmak istendiğinin somut delilleriydi. Ermenistan ve Irak Kürdistan Özerk Yönetimi ile yapılan müzakereler de ‘sıfır problem’ siyasetinin ürünüydü.

Türkiye, BM Daimi Üyesi olarak İran’a ambargo kararını veto ederken de, Brezilya ile İran’ın Nükleer Enerji takasına aracı olurken de Batı/NATO adına bir cephe/kanat ülkesi olmadığını deklare ediyordu. Böylece, toplumuyla, siyasetiyle Türkiye, batıcı iktidar seçkinleri eliyle mahkûm edildiği soğuk savaş döneminin ‘ileri karakolu’, ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması rolünden kurtulmak istiyordu.

1 Mart Tezkeresi’nin üzerine yapılan tartışmaları bu meyanda hatırlamakta fayda var. Her konuda siyasete ve topluma ipotek koyan TSK tezkerenin bütün sorumluluğunu Hükümet’e bırakıp kenara çekilmişti. TÜSİAD ve medya Irak’a ABD askerinin geçişine imkân veren tezkere ile elde edilecek menfaatlerin reklamlarını yaparken, tezkerenin reddedilmesi durumunda Türkiye’nin burnunun nasıl sürtüleceğini ABD adına kâbus senaryoları şeklinde anlatıyorlardı. CHP ise Hükümet’i halk ile ABD arasında sıkıştırmak istiyor, tezkereyi reddederse ‘dinci-gerici’ sıfatıyla ABD nezdinde, tezkereyi kabul ederse Amerikan uşağı-işbirlikçi sıfatıyla halk nezdinde mahkûm ettirme planları yapıyordu. Tezkere Meclis’te reddedildi ve işbirlikçiliğin reddi, adaletin ve kardeşliğin tesisi noktasında ciddi kazanımlar elde edildi.

Şimdi benzeri bir süreç bir kere daha kapımızda. ABD ve NATO Füze Kalkanı Projesi’yle bir kere daha Türkiye’ye dayatmada bulunuyor. İran ve Suriye’ye karşı adeta Türkiye cepheye sürülmek isteniyor. İsrail gibi varlığı işgal ve katliam üzerine kurulu ırkçı bir rejimin güvenliğini sağlamak üzere Türkiye taşeron olarak kullanılmak isteniyor. İncirlik Üssü ile yüklenilen veballer ortadayken, bütün bir ülkenin İncirlik Üssü’ne dönüştürülmesi tehlikesi karşımıza çıkıyor.

ABD ve NATO’nun dayatmalarına karşı direnme sorumluluğu sadece AK Parti Hükümeti’nin üzerinde değildir. Gerek bireysel olarak gerekse toplumsal-kurumsal olarak bu tehdidi savuşturma sorumluluğu hepimizin üzerindedir. Üzerimize kan sıçratacak bu kirli cinayet planlarına karşı sessiz ve tepkisiz kalmamız kabul edilebilir bir şey değildir.

Sorumluluğumuza sahip çıkmalı ve kardeş halklar nezdinde başımızı öne eğdirecek hiçbir girişime, projeye, plana geçit vermemeliyiz. Sokaklar, meydanlar zulüm ve cinayet planlarına karşı haykırışları bekliyor. Zalimlerin kirli planlarına karşı söyleyecek sözler mi tükendi ki 19-20 Kasım’da Lizbon’dan çıkacak kararı sessizce bekliyor birileri? Zulme karşı sesini ve eylemini yükseltme sorumluluğu öncelikle Allah’tan hakkıyla korkanların üzerindedir.

* Bu makale YENİ AKİT gazetesinin 14 Kasım 2010 tarihli nüshasında da yayınlanmıştır.