Ermeni soykırımını inkârı suç sayan yasanın Fransa Senatosunda kabul edilmesinin ardından Türkiye’nin gösterdiği tepki biçimine bir eleştiri de Osman Can’dan geldi. Star’daki yazısında Can, Fransa’ya boykot yapılacaksa, Fransızların dünyaya armağanı olan “milliyetçilik”le işe başlanması gerektiğini söylüyor. Aynı zamanda İttihatçılığın yıkımına en fazla maruz kalmış bir çizginin içinden doğan hükümetin politikasını sağlam bir şekilde eleştiriyor.
Boykota Fransa’nın Gurur Duyduğu ‘Milliyetçilik’le Başlasak!..
Osman Can / Star
Tarihi bir karar sürecine girerken, biraz daha rafine, biraz daha vizyoner, biraz daha sağlıklı düşünmek gerek. Milliyetçilik bu topraklara ait bir ideoloji olmadığı gibi, bu topraklara yıkım ve acıdan başka bir şey getirmedi. Özgüvenimiz, İttihatçılığın miras bıraktığı milliyetçilik nedeniyle paramparça oluyor.
Düşünsenize, İttihatçıların bilinçli ve programlı bir şekilde gerçekleştirdiği 1915 Felaketi bir etnik temizlik ifadesiydi ve İttihatçıların B kadrosu olan Cumhuriyetin önder kadrosunca da sahiplenildi. Bu şekliyle 2000’li yıllara miras kaldı. Şimdilerde ise İttihatçılığın yıkımına en fazla maruz kalan bir siyasal anlayış, bu mirası sahipleniyor ve Fransa’yla kavgaya tutuşuyor. Ve çok doğru bir politika yürüttüğünü düşünüyor.
Hrant Dink Davası 100 yıllık bir karanlıktan kurtulma ve İttihatçılıktan arınma imkanı ve buna bağlı olarak nihai bir barışı sağlama imkanı sunmuşken, bu imkan heba edildi. Bu davaya sahip çıkması gerekenler, bu cinayetin hedefi olanlar sustu. 1915 ile başlayıp son halkası Dink Cinayeti olan siyasi cinayetler serisinin en önemli zihinsel taşıyıcıları bunu bir fırsata dönüştürdü.
Bunu fırsata dönüştüren diğer bir aktör ise milliyetçilik ideolojisini borçlu olduğumuz Fransa oldu. “Ermeni Soykırımı” inkarını cezai yaptırıma bağladı. Haliyle Türkiye’de fırtına koptu. Boykot çabaları, ekonomik ve diplomatik ilişkilerin askıya alınması benzeri çağrılar almış başını gidiyor. AK Parti ve tabanı da iyice milliyetçilik ideolojisinin merkezine doğru itiliyor.
Stratejinin, vizyonun, gelecek perspektifinin veya paradigmanın ne olduğu ve kavganın hangi anlaşılır temellerde verildiğini anlamak mümkün değil. 20’nci yüzyıl başlarında rastladığımız kaybetmişlik ve çaresizlik psikolojisini yansıtan bir hamaset dalgası akıl çeperlerimizi zorluyor.
Fransa’ya karşı kavgaya tutuşurken, hangi değer korunuyor? Türkiye mi, Türkiye Toplumu mu, Türkler mi? Kimler? Güdülen politikada bir akıl görebilsek, cevap verebileceğiz. Eğer bu ideolojiyi sahiplenmekse amaç, bunun yıkımdan başka bir sonucu yok.
İslam öncesi kabile hukuku
Türkiye’de milliyetçiliği neredeyse imanın şartlarından görenlerin tahmin ettiğinin aksine, ne ulus, ne de milliyetçilik kavramı insanlık tarihi kadar eski. Her ikisi de 18’inci ve 19’uncu yüzyıllardaki ekonomik gelişmeyle birlikte Batı’da ortaya çıktı. Milliyetçiliği esas alan ulus devlet, insanlara birer kimlik ve birer kod vererek, hepsini birer sayıya indirgedi ve bir bakıma insan olmaktan çıkıp üretim aracına dönüştürdü. Bunun gönüllülüğe dayanması için de, ulus devlet sınırları içinde yaşayanların dışındakilerden farklı olduğu, bu farklılığa ait bulunan ulusa mensubiyet nedeniyle ötekilere üstünlük anlamına geldiği düşüncesi yaygınlaştırıldı. Sanayileşmesini tamamlamış devletin, kendi sınırları içinde yaşayan tüm insanları gerektiğinde pazar paylarının genişlemesi için seferber etmesini sağladı. Seferberlik için gerekli kutsallar ise artık din değil, milliyet, ırk veya ideoloji oldu.
Milliyetçilik ideolojisi, öz itibariyle, İslam öncesi cahiliye dönemi kabile hukukunun modern ve parlak kavramlarla yeniden üretilmesinden başka bir şey değil. Dinlerin evrensel ve kuşatıcı referanslarını yok etti. Modern devlet sınırlar çizdi, aynen kabilenin himayesinin sağladığı güvence sistemindeki gibi, bu sınırlar dışında güvence sağlamadı. Ancak içteki güvenceyi de modern totemlerin kabul edilmesi şartına bağladı. Bu durum vatandaşların ulus içinde erimesini, varlığını ulusun varlığına armağan kılması gerekliliğini ve seferberlik durumunda her şeyini ulus için feda etmesini zorunlu kıldı. Milliyetçilik büyük günahları kitleselleştirdiği için büyük yıkımlar kolaylaştı. Kitleselleştiği için suç genelleşti, yaygınlaştı.
Milliyetçilik dost-düşman ayrımına dayandı. Bu ayrımla düşman denilen unsurlara karşı kendini korumak için, bireyin kendini ulus-devlet için feda etmesini gerekli kıldı. Ulus devletin hiyerarşik yapılanması ve kuşatıcılığı, zenginleşmenin, yükselmenin ve etkin pozisyonlara gelmenin yolunu çizdi. Onun hiyerarşisi dışında yaşamak neredeyse imkansızlaştı. İnsan sistemin bir parçası haline dönüştükçe kendini koruyabildi. Sonuçta vatandaşlar devlete egemen olan sınıfın, ideolojinin veya grubun çıkarı için gönüllü silaha, güdülebilir kitlelere ve sistem taşıyıcılarına dönüştü. Milliyetçilik ideolojisinin doğasında bu vardır. Ve bu ideolojiyi insanoğluna armağan (!) edenlerin başında ise Fransa gelir.
Topraklarımızın aykırı ideolojisi
Fransa oyunun kuralını rafine bir şekilde oynayanlardan. Sömürgecilik sürecinde milyonlarca insanın kanına giren bir ulus devlet olduğu halde, bunu bir uygarlık projesi olarak sunabildi. Katliam yaptığı ülkelere kendi dilini, kültürünü ve siyasal sistemini bırakarak çıktı, aslında daha da derinlere yerleşti diyebiliriz.
Ancak aynı sonuç çok farklı etnik ve kültürel unsuru barındıran Osmanlı ve Türkiye için geçerli olmadı, olamadı, olamazdı da...
20’nci yüzyılın başlangıcında, İttihat ve Terakki’nin Fransa’dan devşirdiği bu ideoloji 1915 Felaketi’ne yol açarken oradan Cumhuriyetin siyasal seçkinlerince benimsendi. 1925, 1930, 1937, 6-7 Eylül, Maraş ve Çorum hadiselerinin bu ideolojinin dışında düşünülmesi mümkün değil. İslami çizgideki siyasi partilerinin kapatılmasında, hatta başörtüsü yasağının gerekçelendirilmesinde dahi kullanılan bir milliyetçilik ideolojisinden söz ediyoruz!
Tarihi bir karar sürecine girerken, biraz daha rafine, biraz daha vizyoner, biraz daha sağlıklı düşünmek gerek. Milliyetçilik bu topraklara ait bir ideoloji olmadığı gibi, bu topraklara yıkım ve acıdan başka bir şey getirmedi. Aynı anlayışla devam ettikçe bir yandan iç barışımızı sağlamaktan uzaklaşırken, Türkiye’de dünyadan izole olmaya, müktesebatı sınırlı kimi yabancı politikacının oyun sahasına dönüşüyor. Her şeyden önemlisi yıllarca ağır bedeller ödedikten sonra kazandığımız özgüvenimiz, İttihatçılığın bu ülkeye miras bıraktığı milliyetçilik nedeniyle paramparça oluyor.
Buna hiç kimsenin hakkı yok. Siyasal ve toplumsal aktörlerinin toplumu daha sağlam temellerde bir arada tutabilecek yollar ve değerler üzerinde çalışması gerekiyor. Bu mümkündür. Türkiye toplumu bunun alt yapısını hazırlamış durumda...
Bir boykot yapacaksak, önce Fransa mamulü olan ‘milliyetçiliği’ boykot etmekle işe başlasak daha doğru olmaz mı?