Burak Nuri Gücin / Perspektif.eu
Fransa’nın sömürgecilik mirasının günümüzdeki İslam algısına etkisi
19. yüzyılın sömürge sahibi güçlerinden biri olan Fransa’da sömürgecilik, ülkenin kendi ulusal kimliğini tarifi ve özellikle de İslam’a ve Müslümanlara ilişkin politikaları üzerinde günümüze kadar süren önemli bir iz bıraktı. Fransız sömürgeciliğinin mirası hem Afrika’da hem de günümüz Fransa’sının Müslüman nüfusuna yaklaşımına hâlâ tesir ediyor. Peki Fransız sömürgeciliğinin tarihsel bağlamını kısaca nasıl anlamak gerekir? Ve bu bağlamın İslam ve Müslümanlara yönelik cari söylemler üzerindeki etkisi nelerdir?
Fransız sömürgeciliğinin asimilasyon hedefi
Kuzey Amerika ve Karayipler’deki kolonilerin büyük kısmının elden çıkmasının ardından 1830’larda başlayan ve 1960’lara kadar süren Fransız sömürgeciliğinin ikinci aşaması Cezayir, Tunus ve Fas’ın işgaliyle başladı. Devamında Orta Afrika coğrafyası, Madagaskar ve Vietnam’ı kapsayacak surette genişledi. On yıllara yayılan askerî çatışmaların yıprattığı bu topraklara Fransız yerleşimciler götürüldü.
Uzunca bir süre yerleşimcilerle yerel halkı ayıran ikili hukuk sisteminin geçerli olduğu, ekonomik çıkarların ve siyasi hırsların gözetildiği, ulusal övünç kaynağı olması istenen ve “medenileştirme” misyonu taşıyan bir sömürge imparatorluğu kuruldu. Fransa bu topraklar üzerinde kontrol kurmaya çalıştı ve kendi dilini, kültürünü ve kurumlarını yerel halklara empoze etti. Fransız sömürgeciliğine paternalist ve asimilasyoncu bir yaklaşım damgasını vurmuş ve bu da yerli kimliklerin, kültürlerin ve dinlerin bastırılması üzerinden yürütülmüştür. Dolayısıyla Fransız sömürgeciliğinin Fransa’nın İslam söylemi üzerindeki yansımalarını, öncelikle ilk temas edilen coğrafya üzerinden başlayarak okumak ve günümüz Fransa’sıyla beraber düşünmekte yarar vardır.
Fransız sömürge idaresi, İslam da dâhil olmak üzere kurumsal dinî görünümleri baskılayarak yerli halkları Fransız kültürüne entegre etme politikasını izledi. Ancak bu politika, İngiliz sömürgeciliğinin dolaylı yönetim sistemi kadar “başarılı” olamadı. Kendi otoritesini, yasalarını, mimarisini, zihniyetini ve geniş anlamda kültürünü doğrudan dayatmak isteyen Fransızların aksine İngilizler işgal ettikleri deniz aşırı topraklardaki halkın yöneticilerini, yerel kolluk kuvvetleri, hapishaneleri ve diğer kurumlarını yoğun biçimde kullandılar.
Fransa’nın resmî sömürge politikası olarak kabul edilen asimilasyon, Afrika’daki kültürleri, dilleri, gelenekleri, inançları ve hukuk sistemlerini orta ve uzun vadede Fransız halkınınkiyle değiştirmeyi amaçlıyordu. Yerleşimci nüfusu oraya taşıma, bu ülkelerin sahil şeritlerinde anakara Fransa’nınkine benzer bir kent dokusu ve toplum kurma, buna ek olarak isyan hareketlerini şedit yollarla bastırma üzerinden gidilen yol, sömürgeci idarelerinin umduğu bir asimilasyonla sonuçlanmadı. İslam’a olan inanç bu yoldaki büyük engellerden biri oldu.
Fransız Sömürge İmparatorluğunun tarihe karışması
Fransız sömürgeciler, idari zorbalığa izin veren bir sistem kurdular. Valiler kararnameyle belirli suçları tanımlayabiliyorlardı. 20. yüzyılda asimilasyonun bir zulüm olarak görülmeye başlanmasıyla birlikte Fransa bu stratejisinde tenzilata gitti ve kendi eliyle idare ettiği sömürge topraklarından ziyade Fransa’nın liderlik edeceği bir ülkeler topluluğu modeline geçmek istedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürge yönetimleri, yerel halklarının kültürlerine saygı duymak ve özgürce gelişmelerine izin vermek için yumuşamayı tercih etti. Bu şekilde Afrika’da halkların kimlikleri, gelenekleri ve dinî inançları resmen tanınır ve korunur hâle geldi.
Her ne kadar bölge halkları artık Fransız vatandaşları ve sömürge tebaası olarak bölünmemiş olsalar da kalıplaşmış önyargıların ve idari pratiklerin sona ermesi ve Fransız yetkililerin yönetim ve hukuk konularında eski mantaliteyi bütünüyle terk etmeleri mümkün değildi. 1945’ten sonra Afrikalılara özgür basın ve sendikalar gibi daha fazla hak tanındı. Afrikalı yöneticilere daha fazla siyasi güç sağlayan siyasi meclisler ve partiler kuruldu. Fakat 20. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan ve Gana’nın öncüsü olduğu sömürge ülkelerdeki bağımsızlık dalgası, Fransa’nın bu ülkeler birliği planını bozdu ve nihayetinde Fransız sömürgelerinin bağımsızlıklarını edinmesini beraberinde getirdi. Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın 1962’de sona ermesiyle birlikte Fransız sömürge imparatorluğu tarihe karıştı.
Sömürgeciliğin İslam ve özellikle Müslüman kadına bıraktığı miras
20. yüzyılda başta eski sömürge coğrafyasından yoğun iş gücü göçü almış ve bugün Mağrip kökenli milyonların Fransız vatandaşı olarak yaşadığı Fransa’da kamusal hayatta giderek daha görünür hâle gelen Müslüman ve özellikle de Müslüman kadınların karşılaştığı zorlukları daha iyi anlamak için bilhassa bu ülkelerde uygulamaya konulan “medenileştirme” misyonuna etraflıca bakmak önem arz ediyor.
Tarihine yukarıda kısaca değindiğimiz dönemde İslam, anakara Fransa’nın “medeniyet” getirmek istediği sömürgeleştirilmiş “yerlilerin” dini olarak kodlandı. Bilhassa Müslüman kadınlar, “mürteci” ve “kadın düşmanı” olarak tanımlanan bu dinin “daimî kurbanları” olarak birtakım basmakalıp fikirlerle tarif edildi. Fransa’nın sömürgecilik girişimine, büyük ve sözde hümanist idealler eşlik etti ve Müslüman kadınların kendi kültürlerinden kurtulmaları gerektiği inancı merkezî bir husus olarak zihinlere yerleşti. Fransız yerleşimciler ve sömürge idarecileri, Müslüman kadınların başörtülerini çıkarmaya yönelik kampanyalar düzenlediler ve bunu bazı temel hak ve imtiyaz edimleri için şart koştular. Amacı “Müslüman kadınları patriyarkadan kurtarma” olarak anlatılan bu uygulamalar, Cezayir’de 1960’lara kadar denendi.
Sömürge girişimi, 1962 yılında kâğıt üzerinde sona ermiş olsa da bu geçmişin mirası olan zorunlu entegrasyon ve “İslam’a karşı yürütülmesi gereken mücadele” fikirleri bugün Fransa toplumunda hâlâ hissediliyor. Bugün İslam Fransa’da bastırılması ve kontrol edilmesi gereken bir din olarak görülüyor. 19. yüzyılda yapılan bu ve benzeri argümantasyonlar, belirli dönüşümlere tabi olmakla birlikte günümüzde hâlâ geçerli: Fransız kamuoyunun önemli bir kısmı, İslam’ı eşitlikçi olmayan bir din ve Fransa’da var olduğunu kabul ettikleri “sosyal harmoniye” dair bir tehdit olarak görüyor. Örneğin, 2010 yılında Fransa, burka ve nikap gibi yüzü tamamen örten örtülerin kamuya açık yerlerde yasaklayan ilk Avrupa ülkesi oldu.
Bu resme son yollarda yapılan bir güncelleme de var: Emmanuel Macron döneminde toplumsal uyum merkezli bu vehimlere cumhuriyet rejiminin bütünlüğü ve yabancı devletlerden gelen ya da gelebilecek dış müdahale korkuları eklendi. 2015 yılında yoğunlaşan terör saldırıları ve Mağrip ülkeleri ve İslami cemaatlerin köken ülkeleriyle olan ilişkileri gerekçe gösterilerek “bölücü unsularla mücadele” ödevi yaratılmak isteniyor.
Her ne kadar Fransa kendi formüle ettiği “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” esaslarına derinden bağlı olsa da prensiplerin uygulanmasında Müslümanlar aleyhinde eksiklikler olduğunu söylemek mümkün. Son yıllarda Avrupa’da ve özellikle Fransa’da artan terör saldırılarıyla birlikte İslam, siyasi tartışmaların merkezinde yer alıyor. Müslüman kadınların kıyafetlerine ilişkin tartışmalar giderek sağa kayan Fransız siyasetinde daha da alevlendi ve başörtülü Müslüman kadınlara yönelik tartışmaların, saldırıların ve hak ihlallerinin artmasına yol açtı. Bu amaçla feminizmin de Müslüman kadınların haklarının ellerinden alınması maksadıyla araçsallaştırıldığını gözlemlemek mümkün.
Özetle sömürgecilik tarihi, özellikle göç ve laikliği ilgilendiren politika başlıklarında azımsanamayacak bir etkiye sahip. Fransız devleti tarihsel olarak laiklik olarak bilinen ve dini kamusal hayattan ayırmayı amaçlayan katı bir laiklik biçimini teşvik etmeye çalışmıştır. Ancak uygulamada bu durum bazen, kamusal alanda İslami başörtüsünün tartışmalı bir şekilde yasaklanması da dâhil olmak üzere, dinî semboller ve kıyafetler üzerindeki kısıtlamalar gibi Müslüman toplulukları orantısız bir şekilde etkileyen politikalarla sonuçlandı.
Müslüman karşıtı ayrımcılığın ve söylemlerin yalnızca Fransız sömürgeciliğinin mirasından kaynaklanmadığını, göçmen ve azınlık topluluklar olarak Müslümanların karşılaştığı kalıcı sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin varlığını da hatırlamak gerekiyor.