Prof. Dr. Kemal İnat / Anadolu Ajansı
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron döneminde Fransa’nın Doğu Akdeniz’e ilgisi arttı. Başta Libya olmak üzere, Suriye, Lübnan ve Kıbrıs gibi bölge sorunlarıyla yakından ilgilenen Paris’in bu çerçevede kendisine Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin yanında Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan gibi bölge dışı müttefikler de edindiği, darbeci General Halife Hafter ve YPG/PKK gibi illegal aktörlerle işbirliğinden çekinmediği ve zor durumda kaldıkça Avrupa Birliği’ni (AB) de oyuna dahil etmeye çalıştığı görülüyor. Fransa’nın bu politikası Libya, Suriye, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları meselelerinde Paris ve Ankara’yı karşı karşıya getiriyor. Bu yüzden Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasının hangi hedeflere sahip olduğunun ve hangi araçlarla yürütüldüğünün anlaşılması, Türkiye’nin gerek bu bölgeye gerekse AB’ye yönelik politikasının rasyonel bir şekilde yürütülmesi açısından oldukça önemli.
Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasını anlamak için ise öncelikle bu ülkenin AB içindeki konumuna ve Cumhurbaşkanı Macron’un politik ajandasına göz atmak faydalı olacaktır. Zira Paris’in Doğu Akdeniz’e yönelik müdahaleci ve agresif politikası Fransa’nın AB içindeki siyasi liderlik iddiası ve Macron’un siyaset tarzıyla yakından ilgili. 2017 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Macron’un ABD ve Avrupa’daki aşırı sağ dalganın güçlendiği ve bu atmosferde Fransa’nın Avrupa’daki yönüne dair endişelerin yoğunlaştığı bir dönemde bu göreve geldiğini hatırlayalım. Aşırı sağcı Marine Le Pen’in Fransa’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının AB için doğuracağı sonuçlardan endişe eden uluslararası ve ulusal çevreler büyük bir seferberlikle inşa edilen yeni politik figür olan Macron’a seçimi kazandırmışlardı. Fransa’daki yerleşik merkez partiler bu seçimlerde yok olmanın eşiğine gelmişler ama aşırı sağcıların iktidarı elbirliğiyle engellenmişti. Fakat beş yıl sonra yeniden yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağcılar karşısında aynı sıkıntının yaşanmaması için Macron’a büyük bir sorumluluk düşüyordu. Fransa’yı Almanya’nın gölgesinden çıkarması gerekiyordu ama bunu AB’de kalarak başarmak zorundaydı. Zira pusuda bekleyen Le Pen’in yerleşik merkezi Fransız siyasetine en büyük eleştirisi, Fransa’nın Almanya’nın nüfuzu altına girdiği yönündeydi. Aldığı oyların yüksekliği bu eleştirinin Fransız toplumunda karşılık gördüğünü gösteriyordu. Le Pen’in cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki “Fransa’yı bir kadın yönetecek. Bu kadın ya ben olacağım ya da Merkel” şeklindeki sözleri Fransa’nın Almanya karşısındaki sorunlu pozisyonuna işaret ediyordu.
Fransa'yı Almanya'nın gölgesinden kurtarma misyonu
Macron, bu şekilde Fransa’yı Almanya’nın gölgesinden kurtarıp, eski güçlü günlerine döndürüp AB’ye yön veren aktör haline getirme misyonuyla göreve geldiğini düşünüyor. Bu konuda başarısız olması durumunda bir sonraki seçimlerde aşırı sağcıların Fransa’da iktidara gelmesi ihtimali ise Macron’un hem korkusu hem de şansı. Zira aynı korkuyu taşıyan Avrupacılar, başarılı olması için Macron’a ellerinden gelen desteği veriyorlar. Fakat büyük ümitlerle iktidara taşınan ve desteklenen Macron’un geldiği günden beri iç siyasette ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu ve özellikle Sarı Yelekliler diye adlandırılan protesto gösterilerinde Fransız toplumundaki meşruiyetinin ciddi yara aldığı görülüyor. Fransa’nın Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri karşısında rekabet gücünün korunması için gerçekleştirmeye çalıştığı reformlar içeride büyük bir dirençle karşılaştı ve sonuçta hem söz konusu reformlar gerçekleştirilemedi hem de Macron’un iktidarı zayıfladı. İçeride yaşadığı bu sorunlar Macron’un gündemi iç politikadan dışarıya çekmek için adımlar atmasına ve Fransız dış politikasının zaten müdahaleci ve agresif olan çizgisini daha da belirginleştirmesine yol açtı. Ayrıca Fransa’nın dünya politikasında tekrar etkin bir aktör haline gelmesi için de Afrika ve Doğu Akdeniz’in zengin kaynaklarına erişim ihtiyacı da daha aktif bir dış politikayı gerekli kılıyordu.
Bu noktada, Fransa ile Almanya’nın kendilerine nüfuz alanı oluşturmaya yönelik politikalarının ciddi şekilde farklılaştığını da ifade etmek gerekir. Finansal kapasitesi Paris’e göre çok daha gelişmiş olan Berlin bu politikayı daha çok ekonomik, kültürel ve siyasi araçları kullanarak uygularken, bu konuda daha geri durumda olan Paris’in daha çok askeri araçları devreye sokmaya çalıştığı görülüyor. Müdahale araçlarında söz konusu olan bu farklılaşmanın AB dışında Fransa’nın, içinde ise Almanya’nın daha agresif bir imajı olması sonucunu doğurduğu tespitini yapmak mümkün.
Paris'in Libya'da boşa çıkan planları
Bu tespitler ışığında Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasını ele aldığımızda, 2022 seçimleri öncesinde bir başarı hikayesine ihtiyaç duyan Macron’un dış politikadaki hareket alanını genişletme politikası çerçevesinde Doğu Akdeniz’e büyük önem verdiğini söyleyebiliriz. Ortak bir dış ve güvenlik politikası geliştirme konusunda AB’yi harekete geçirmekte zorlanan Fransız cumhurbaşkanının özellikle Libya konusunda AB üyesi olmayan ortaklarla hareket etmeye yöneldiği görülüyor. Bu çerçevede Fransa’nın isyancı General Hafter’in arkasında Rusya, Mısır, BAE ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle birlikte yer aldığını ve Trablus’taki Türkiye, Katar ve İtalya tarafından desteklenen Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) devrilmesi için çalıştığını görüyoruz. Fransız Enerji Şirketi Total’in Libya iç savaşı sırasında bu ülkenin önemli petrol ve doğalgaz sahalarındaki üretimini ve hisse oranlarını artırması Paris’in Libya politikasında hedeflediği faydalardan en önemlisini temsil ediyor.
Coğrafi olarak kendisine yakın olan Kuzey Afrika’da Cezayir’in ardından Libya’yı da enerji tedariki konusunda en üst sıraya yerleştirmek isteyen Fransa bu şekilde başka bölgelere olan ihtiyacını ortadan kaldırmak istiyor. Libya enerji kaynakları üzerinde sağlayacağı kontrol Macron’un çok ihtiyaç duyduğu dış politika başarısını getirecek ve başta aşırı sağcı Le Pen olmak üzere iç politikadaki muhaliflerini susturacaktı. Geçen yılın Nisan ayında Hafter güçlerinin Trablus’a karşı başlattıkları saldırıyla Fransa bu hedefe yaklaştığını düşünüyordu. UMH’nin devrilmesi ve Hafter’in Libya’nın tamamına hâkim olmasıyla birlikte Macron, bir başka Hafter destekçisi Putin’le masaya oturup bu ülkenin enerji kaynaklarını paylaşmayı ve muhtemelen Total’in ülkedeki en büyük rakibi olan İtalyan ENI şirketini de mümkün olduğunca saf dışı etmeyi planlıyordu. Diğer Hafter destekçileri BAE ve Suudi Arabistan’ın asıl hedefi petrol ve doğalgaz değil, Türkiye ve Katar tarafından desteklenen meşru hükümetin yerine Libya’da Mısır’daki Sisi yönetimine benzer bir yapının inşa edilmesi ve ülkede demokrasinin yerleşmesinin engellenmesi olduğu için onlar Fransa’nın Libya’nın enerji kaynaklarına yönelik hedefleri açısından bir sorun teşkil etmiyorlardı.
Türkiye’nin UMH’ye desteğiyle birlikte Hafter güçlerinin Trablus’u ele geçirmelerinin engellenmesi ve ardından işgal ettikleri birçok bölgeden geri çekilmeye zorlanması Hafter’e destek veren bütün ülkeler gibi Fransa’yı da çok rahatsız etti. BM tarafından desteklenen UMH’ye destek veren Türkiye gibi ülkelerin Libya konusunda meşru zeminde durması, buna karşılık kendilerinin isyancı Hafter’e destek verdikleri için uluslararası camia nezdinde gayrimeşru bir pozisyonda kalmaları Fransa ve diğer Hafter destekçilerinin hareket alanını kısıtladı. Ayrıca Türkiye’nin verdiği destek sayesinde Trablus’taki hükümeti devirme hedefinin neredeyse imkânsız hale gelmesi ve UMH’nin Sirte ve Cufra kapılarına dayanmasıyla birlikte Hafter güçlerinin kontrolündeki petrol bölgelerinin tehlike altına girmesi bu ülkelerin endişelerini artırdı.
Fransa rasyonel politikalardan uzaklaşıyor
Bu noktada, Fransa’nın Ankara ile mücadeledeki ağırlık merkezini giderek sıkıştığı Libya’dan daha fazla destek bulmayı ümit ettiği Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları anlaşmazlığına kaydırmayı tercih ettiği görülüyor. Yunanistan ve GKRY’nin Türkiye karşısındaki maksimalist politikasına destek veren Macron, yakın zamanda sık sık görüştüğü Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis ve GKRY Lideri Nikos Anastasiadis’i Türkiye karşısında cesaretlendirme yoluna giderken kendisi de bölgeye savaş gemileri göndererek gerilimi tırmandırmaya çalışıyor. Macron’un bir yandan da AB’yi devreye sokarak, Türkiye’yi geri adım atmaya zorlayacak yaptırım kararları aldırmaya çalıştığı da gözden kaçmıyor. Libya konusunda ilk zamanlarda tek başına hareket etmeyi tercih eden ancak Türkiye’nin desteği karşısında sıkıştığında AB’yi UMH’ye gidecek silahların engellenmesi için silah ambargosu kararı alması aamcıyla devreye sokan Fransa, Yunanistan ve GKRY’nin Türkiye ile yaşadığı anlaşmazlık konusunda da yine hiç vakit kaybetmeden Brüksel’i devreye sokmaya çalışıyor.
Macron’un bu adımları atarken Türkiye’deki AK Parti yönetimine karşı Batı’da oluşan negatif algıyı kullanmak istediği söylenebilir. Yoksa Türkiye gibi, NATO üyesi, Avrupa’nın güvenliği için önemli rol oynayan ve AB’nin mülteci politikasının hedeflerinin gerçekleştirilmesinde kilit pozisyonda olan bir ülkeye karşı Doğu Akdeniz’e savaş gemileri ve savaş uçakları göndermek Fransa gibi köklü devlet geleneği olan bir ülkeden beklenen rasyonel adımlar değil. Paris açısından rasyonel olan, NATO üyeleri Türkiye ve Yunanistan arasındaki anlaşmazlığın çözümü konusunda arabulucu olmaktır; tıpkı Berlin’in yaptığı gibi. Ancak iktidara geldiği günden beri başarısızlıklarla karşı karşıya kalan Macron’un Libya’da başarıya çok yakınken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın attığı adımlarla buna engel olması Fransız Cumhurbaşkanı’nı çok öfkelendirmiş görünüyor. Öfke işin içine girince ise rasyonel politikadan bahsetmek mümkün olmuyor. İşte Macron döneminde Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasını da tam olarak bu şekilde tanımlamak gerekiyor: Rasyonel olmaktan uzak, Türkiye’ye karşı duyulan öfkeyle şekillenen ve AB’yi de kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışan güç politikası.
[Prof. Dr. Kemal İnat Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]