Gündemin çok hızlı değiştiği zamanlar yaşıyoruz. Özellikle Ümmet coğrafyasında ve kendi ülkemizde yaşananlar oldukça yakıcı. Suriye cihadı, 7 haziran sonrası artan terör olayları, Mısır cuntası, Filistin intifadası, mülteci dramları derken bu sayılanlara “Fransız kalan” ya da karşıtında eylemsel ve söylemsel olarak yer alan Fransa...
13 Kasım Cuma günü 21.20’de başlayıp 21.55’de son bulan ve 130 kişinin öldüğü 350 civarında yaralının olduğu Paris saldırıları dünya gündemini derinden sarstı. Ölümler, seçilen hedefler, yöntem, sebep sonuç ilişkileri yazıldı, konuşuldu.
Ümmet coğrafyasında hergün yaşanan, bu sebepten dolayı birilerine göre sıradanlaşan ya da sıradanlaşmanında ötesinde hoşnutlukla kaşılanan ölümler Paris’te yaşanınca duyarlılıklar artmış insanlık bir anda hatırlanır olmuştu. Peki insanlık unutulmuş muydu yoksa “medeni, ileri ve uygar” toplumların değerlerine göre hep var mıydı?
Fransa, “uygar” toplumların temelinin inşa edildiği “aydınlanma” çağına ve sonunda gerçekleşen siyasi bir devrime ev sahipliği yapmış bir ülke. Fransız devriminin mitleştirilen başat sloganları “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” evrensel değerleri hangi ölçüde evrenselleşmiş ve nasıl bir işlevsellik kazanmıştı?
Bunun cevabını devrimin diğer ilkelerinde buluyoruz; “ulusal egemenlik ve ulusal dayanışma.” Bu vurgular ile birileri daha eşit, daha özgür ve daha kardeş kılınmaktaydı. Bu ilkeler ve beraberinde “laiklik” ilkesi dünyada adeta ilahi buyruklar olarak algılandı.
Aydınlanma ile özünde iyi olduğu düşünülen insan için kurulacak düzen; insana güven esasına dayalı, insan özgürlüklerini alabildiğine tanıyan bir düzen olacaktı. Bu düzen soylular ve ruhbanlarla geniş halk yığınlarını eşitlemiş artık iktidarın kaynağı “Fransa halkı” olmuştu. Milli irade olarak adlandırılan bu durum kutsanmıştı.
Devrimin efsaneleşmesi ve kutsanmasını antropolog Levi Strauss şöyle betimler; “işte o gün herşey imkan dahilindeydi. Adeta zaman yoktu; yalnızca ebediyen çakacak bir şimşeğin aydınlığı vardı.”
Aydınlanma çağının altyapısını hazırlayan gelişmelerden bir tanesi “coğrafi keşifler” diğeri ise keşfedilen bölgelerde oluşturulan “kolonileştirme” yani sömürgeleştirme politikalarıdır. Bu durum kendini uygar olarak tanımlayanların Amerika, Afrika ve Avustralya halkları ile tanışmalarına ve kendilerinden farklı bu insanları nasıl tanımlayıp sınıflandıracakları sorularını sormalarına sebep olmuştu.
Fransız aydınlanma düşünürü Montesquei; “erdemli bir varlık olan Tanrı’nın iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum.” diyerek bu sorunun cevabını veriyordu.
Avrupalılar bu halkların insan olup olmadıklarını, kendileri gibi Adem ve Havva’dan gelip gelmediklerini sorgulamışlar, sonuçta genel kanı olarak insan ve maymun arasındaki farklılık referans alınarak insan olarak değerlendirilemeyecekleri yargısına varmışlardır!
İnsan olarak değerlendirilmeyen bu varlıklar yeryüzündeki diğer canlı türlerinin insan için varolduğu “insanmerkezli” dünya görüşüne göre kendilerine hizmet etmek için kullanılabilirdi artık.
Sömürgeleştirilen ve böylece kaynaklarına, iş gücüne ve pazarlarına el konan halkların kadın, çocuk ve gençleri “sanayi devrimi” çıkarları için köle olmaya adaydır böylece. Sömürdükleri insanlardan kendilerini üstün görmeleri birincil gerekçeleridir! Asıl amaçları gelişmemiş bu toplumları refaha kavuşturmak ve gelişmelerine katkıda bulunmaktır! Sözde bilimsel teorilerle desteklenmeye çalışılan bu durum Avrupalıların tüm dünyaya sömürgeci güç olarak yayılmasının dayanağı olmuştur.
Fransa sömürgeciliği İngiltere’nin ardında ikinci büyük sömürgeciliktir. 17.yy dan 1960’lara kadar sürer. Sömürgeleri altındaki coğrafya dünya toprağının % 9’udur.
Fransa 1789 “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” devriminden sonra iki imparatorluk, 1 meşruti krallık ve 5 farklı cumhuriyet ile yönetildi. Bugün 1958 yılında kabul edilen 5. cumhuriyet ile yönetilmekte. Bu cumhuriyet kurulduğu zaman kucağında Cezayir bağımsızlık mücadelesi ile Afrika sömürgelerinin bağımsızlık taleplerini buldu.
Cezayir 1830’dan 1962’ye kadar Fransa’nın işgalinde kaldı. 1954-1962 yılları arasında gerçekleşen Cezayir bağımsızlık mücadelesinde işgalciler 1.5 milyon Cezayir’liyi katlettiler. Bu katliamlar sömürgesi olan diğer Afrika ülkelerinde de aynı vahşilikte gerçekleşti. Üstelik bu katliamlar kendi ifadeleri olan “ortaçağ karanlığında” değil “uygar ve medeni” zamanlarında yapıldı. Fransa’nın uyguladığı politikalar insanlık tarihinde kara bir leke olarak yerlerini aldılar.
Fransa sömürdüğü Afrika ülkelerinden, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da elini çekmemiş iktidarlarına yerleştirdiği işbirlikçi yöneticilerle sömürmeye devam etmiştir. Bu ülkelerden “koloni vergisi” adı altında, her yıl yüklü miktarda para almaya devam etmiştir.
Silicon Africa'da yer alan habere göre; Fransa'nın Afrika ülkeleri üzerindeki fiili sömürgeciliği bitmiş olsa da mali sömürgesi hala devam ediyor. Fransa, bağımsızlığını kazanmış olan eski sömürgelerinin bütçelerinin büyük bölümünü değişik adlar altında kendi merkez bankasında topluyor. Fransa aldığı bu parayı ise, sömürge döneminde işgal altına tuttuğu ülkelere inşa ettiği binalar ve altyapılar karşılığında aldığını savunuyor.
Bu ülkelerin tarihlerine bakıldığında, Fransa'ya vergi ödemeyen liderlerin ya bir darbeye ya da suikaste kurban gittikleri görülüyor. Son 50 yılda 26 Afrika ülkesinde toplam 67 askeri darbe meydana geldi. Bu darbelerin meydana geldiği ülkelerin 16'sı eski Fransız sömürgesi.
Paris saldırganlarından birisinin “Fransız vatandaşı” olduğu söyleniyor. Fransız ulus kimliğine ait olabilmek için iki şart gerekiyor. Bunlardan biri “doğum yeri” diğeri ise yeterli ölçüde “Fransızlaştırma.” Anlaşılan o ki bu saldırgan “üretim hatası” olarak toplumun içerisine katılmış gözüküyor.
Teorik olarak Fransızlaştırma yöntemi ile farklı ırklardan insanlar vatandaş olabiliyor. Ancak Fransız kültürünün içselleştirilmesi hakların elde edilebilmesinde sınırlayıcı bir işlev görmekte. Yani “yeterli miktarda” Fransız milliyet dozunun alınması şart. Bu kültürün en temel ilkesi “sekülerleşme.” Dünyaya model olma iddiasındaki “laiklik” bu doğrultuda kullanılmakta.
Temelde din ve vicdan hürriyeti doğrultusunda devletin bu hürriyete karşı nötr kalmasını ifade etmesi gereken bu ilke “dinler arasında bir din” gibi çalışmakta. En nihayetinde hedefi sekülerleşme olan bu dinin amacı “dogmatik” dinlerin yaşamın bütün alanlarından çekilmesi ve insanların “bilinçlenmesidir!”
Bu tutum ülkede bulunan farklı dinlere mensup insanlar arasında çatışmayı da beraberinde getiren bir tutumdur. Ülkede yaşayan önemli bir müslüman nüfus sözkonusu. Başta Mağrip olmak üzere Fransızca konuşan Afrika ülkelerinden ciddi oranda göçler hala devam etmekte.
Bugün yapılan saldırıları analiz edenler; saldırıların Fransız yaşam kültürüne yönelik bir meydan okuma olduğunu dilendiriyorlar. Ancak eksik bıraktıkları bir taraf söz konusu “dayatılan yaşam kültürü” tanımı olayın kültürel boyutunu anlama konusunda daha fazla fikir vermekte.
Fransa iktidarı, saldırılar sonrası “savaş” ilanında bulundu. Yüzyıllardır ötekileştirdiği insanlarla ekonomik, kültürel, siyasi ve fiili her türlü savaşı yapmıyormuş gibi! Alınan tedbirler diktatöryal tedbirler olarak uygulamaya konuldu. Adeta “cadı avı” gibi müslüman avına başlandı. Toplumsal çatışmayı arttırcı despotik uygulamalar sorunun daha da büyümesine sebep olacak gibi duruyor.
Genelde batının özelde Fransa’nın artık bir şeylerin farkına varması gerekiyor. Sizin yaşam standartlarınız ötekileştirdiğiniz halklara dar gelmeye başladı. Ne kadar engel olmaya çalışırsanız çalışın su akıp yatağını bulacak ve insanlar fıtratlarına geri dönecekler. Unutmayın ki her insanı Fransızlaştırmaya gücünüz yetmez bazıları çıkar ve empati kurmak zorunda bırakabilir sizi tabii fırsatı kaçırmazsanız!