Yasin Aktay’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısı (3 Temmuz 2023) şöyle:
Paris’i kim yakıyor
“Paris yine yanıyor.” Bu başlıkla anılması, son zamanlarda Paris’in bir kaderi gibi. Artık mutat zamanlarda yaşanan protestolar yanan Paris görüntüsünü dünyaya taşıyor. Neredeyse beş yıldır Fransa’nın önce banliyölerinde başlayan ve sonra dalga dalga bütün Fransa’ya yayılan protestolar, zaman zaman tekrar nüksediyor.
Bu protestoların şekli, sebepleri, sosyal dinamikleri ve siyasi sonuçları üzerinde uzun uzun duruldu. Bunlar “yeni toplumsal hareketler” diye tanımlanan hareketler içinde bile oldukça yepyeni özelliklere sahipti. Başta akaryakıt zammını protesto etmek üzere başlamış olan harekete aşırı sağdan aşırı sola her kesimden insan katılmış ve anketlere göre halkın yüzde 72’sinin desteğini almış bulunan “sarı yelekliler” hareketi tam bir halk isyanına dönüştü. Buna mukabil aynı anketlerde halkın yüzde 85’i şiddet olaylarına karşı olduğunu da söylemişti. Yani Fransız halkı protestoları çok seviyor, ama şiddeti de pek arzulamıyor.
Ancak protesto hareketlerinin şiddete dönüşmesi mukadder gibi. Belki ortalıkta görünen şiddetten halk kendini değil polisi sorumlu görüyor. Oysa görünen kadarıyla polisin şiddetine yönelen öfke protestocularda amaçsız ve plansız bir Vandalizm olarak ifade ediliyor. Lideri olmayan, nihai hedefi elbette “Macron’u istifaya zorlamak” olmaktan öte bir politik vizyonu görünmeyen bir hareketti ve Macron’un yönetiminin adeta ayrılmaz bir parçası olarak ara ara devam etti durdu.
Fransa protestolar ülkesi. Protestolar halkın adeta yönetime katılma biçimlerinden biri. Ama yıkıcı, öfkeli bir katılım tarzı. Her durumda devlet ile halk arasında ciddi bir kopukluk olduğunun göstergesi.
Bu seferki gösteriler Cezayir asıllı 17 yaşındaki Nahel M. İsimli bir vatandaşın Paris’in Nanterre banliyösünde polisin dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurularak öldürülmesinin ardından başladı. Olaylar kısa sürede başkenti de aşarak Bordeaux, Lyon, Lille ve Marseille ile sınırı aşarak Brüksel’e kadar ulaştı.
Yabancı düşmanlığının ve Fransız ırkçılığının da had safhaya varmış olduğu Fransa’da Mağriplilerin bu öfkeli protestoları 2005 yılında yine benzer bir vaka ile ortaya konulan öfke patlaması ile karşılaştırılıyor. Polisin Mağrip kökenli Araplara yönelik davranışlarına yönelik artan bir rahatsızlık var. Olur olmaz vakitler ve bahanelerle insanların durdurulup kimliklerinin sorulması, sürekli suçlu muamelesi yapılması Mağriplilerde giderek daha fazla dışlanma ve ırkçı aşağılanma duygusu uyandırıyor. Böyle bir ölüm vakası artan öfkeyi patlatmak için bir kıvılcım etkisi yapabiliyor.
Fransa’nın yıllarca sömürdüğü, sömürürken her türlü zulmü, baskıyı, işkenceyi reva gördüğü Afrikalılara kendi topraklarında da reva gördüğü bu muameleler çok ciddi bir hınç birikimine sebep oluyor. Üstüne üstlük bu topraklarda birkaç nesildir yaşamakta olan ve aslında Fransız dilini, kültürünü de olabildiğince teneffüs etmekte olan insanları bir millet potası içinde benimseyememiş ve entegre edememiş olması sözkonusu. Aksine entegre etmeyi engelleyen ırkçı damarın her geçen gün daha da besleniyor olması, işleri sık sık bu raddeye getiriyor.
Bu durum aslında bütün Avrupa’nın başetmesi gereken ciddi bir sorunudur. Avrupa demokrasisinin kendi tarihsel arkaplanıyla yüzleşmeden girdiği mecralar eninde sonunda kendi gerçekliğiyle karşı karşıya getiriyor. Bu gerçekliğin içinde asırlar sürmüş sömürgeciliğin faturası var. Aydınlanma iddialarının, demokrasi ve insan hak ve özgürlükleri ile ilgili iddiaların sürekli teste tabi tutulması ve bu testlerde zorlanması var.
Demokrasi tecrübesinin Fransa’yı götürdüğü yer, seçimlerde ırkçı söylemlerin öne çıkması, ve aşırı sağın ana siyasetle en iyi ihtimalle başabaş yürüttüğü seçimlerde bütün siyaset üzerinde söylemsel bir baskı uygulaması. Aşırı sağ ırkçı partinin lideri Marine Le Pen seçimlerde kazanamasa da Macron’a kendi söylemlerine ciddi bedel ödemek zorunda bırakıyor. Bu da azımsanacak bir handikap değildir.
Seçimlerde yalandan da olsa Fransa’yı bir millet yapan sürecin Fransız ırkıyla değil, Aydınlanma’yla, demokrasiyle, evrensel insan haklarına saygıyla alakalı olduğunu anlatacak bir siyasetçi kalmıyor. Çünkü ırkçılık hegemonyasını kurmuş ve başka söylemleri de bastırmıştır. Oysa bu hegemonya büyük ölçüde ırkçı söylemin gücünden değil, ona karşı sergilenen bir zafiyetten ibarettir. Halbuki Irkçı Le Pen’e karşı Macron’u kazandıran onun da ırkçı söylemlere verdiği rüşvetler değil, bilakis azalmış da olsa evrensel değerlere olan referanslarıdır. Aksine muhtemelen Macron ırkçılığa karşı daha cesur bir çıkış sergilemiyor ve daha evrensel değerlere güvenmekte sergilediği tereddütler daha kesin zafer elde etmesine engel oluşturmaktadır. Kitleler zannedildiği kadar gözü kara ırkçı ve zannedildiği kadar yabancı düşmanı değildir.
Şimdi Mağriplilerin dışlanmışlığa ve polis şiddetine karşı sergiledikleri öfke yıllardır başka türlü devam eden ve yine halkın çoğundan destek alan protestolarla özde farklı bir motivasyona sahip olsa da, toplumun diğer kesimi ile karşı karşıya kalmıyor. Oysa ırkçıların tezleri doğru olsa, şu anda Fransa’da göreceğimiz şey, protestocularla polis veya devletin çatışması değil, ötesinde halkın farklı kesimlerinin birbirleriyle çatışması, yani iç savaş olacaktı.
Umarız işler o raddeye gelmez, ama o raddeye gelmediği yere kadar ırkçılığın zannedildiği gibi halkın değil, yine bir azınlığın hazımsızlık sorunu olduğunu ve bunun asıl sorumlusunun da ona yatırım yapıp onu kışkırtan tamahkar siyasetçiler olduğunu söyleyebiliriz.
Bu tamahkar siyasetçiler var oldukça ve onlara karşı daha evrensel değerlere cesaretle atıf yapan bir siyaset durmadıkça Paris daha çok yanmaya devam edecek.