Fransa, Dönülmez Akşamın Ufkunda

BAHADIR KURBANOĞLU

Fransa'da bir süredir yaşanan ve Fransız sınırlarını aşma istidadı gösteren olayların görünür veçheleri bir tarafa, tarihi derinlikleri olan yönleri de bulunmakta. Bunların başında da aslında on yıldan fazla bir zamanı kapsayan Avrupa'daki ekonomik kriz ve sosyal politikalar alanında geleneksel sistemin değişikliğine kadar varabilecek yasaların yarattığı etkiler.

Hiç şüphesiz son dönemde yaşanan kriz ve kaos ortamının en somut sebebi, çalışanların aleyhine hazırlanan iş yasası tasarısı. Tasarı, zorunlu çalışma saatlerinin artırılmasını da içeren bir dizi ‘önlem paketi'ni içermekte. ‘Önlenecek' olan ise, hükümetin iddiasına göre, öğrencileri de kattığımızda yüzde 25'lere varan işsizlik açığının kapatılması. Kimine göre tasarı işveren lehine bir dizi düzenleme içerirken, bazılarına göre hiçbir kesimi memnun etmeyecek, hatta bazı işveren kesimlerin de mağduriyetlerine yol açacak bir dizi düzenlemeler içermekte. Hükümetin işçi, öğrenci ve sivil inisiyatiflerin temsil edildiği geniş kitlelerde oluşturduğu mağduriyet hissine, sosyalist addedilen bir hükümetin sol sendikaları inatla muhatap almamasını da eklemek gerek. Gelinen süreçte ise CGT'nin tasarının tamamen geri çekilmesi yönündeki taleplerinin bir karşılık bulup bulamayacağı herkesin sorusu.

Hadiseleri değerlendirirken ‘sol' ve ‘sosyalist' kavramları üzerinden “sosyalist bir hükümete karşı sol sendikaların başkaldırısı”ndan dem vurulması ise, fazlaca magazinel bir olgudur. Devletin oturmuş yapısı ve izlediği sistemik siyasetler düzleminde değerlendirdiğimizde Hollande'ın Sarkozy'den ne kadar farklı siyaset izleyebileceği ortada. Diğer yandan, yıllardır etkinliklerini yitirmiş olan sendikaların bu kriz sayesinde yeniden doğuşuna şahit olunması da dikkate değer bir durumdur.

Sosyalistler ve aşırı sağ arasında fark görülemiyor

Özelde Fransa'nın genelde Avrupa'nın sorunu hiç şüphesiz sadece iş yasaları değil. Göçmen sorunu, sınır dışı etme ölçülerindeki hukuksuzluklar, vatandaşlıktan çıkarmalarla ilgili tartışmalar Avrupa Birliği ülkelerinin en gerilimli alanları. Bu bağlamda ‘anti-demokratik' olarak addedilen yasaların birtakım anayasal yetkilere dayanarak Meclis'in onayını almaksızın çıkarma çabaları da hız kazanmış durumda. İlaveten kapitalist küreselleşmenin krizlerini aşma yolundaki elitlerin kendi kurallarını Batılı ülkelerde standardize etme gayretleri hiç azalmıyor. Batı dışı coğrafyalardaki (özellikle Afrika ve Ortadoğu) darbeci ve despotik politikalara yapılan yatırımların getirdiği yükler ve tüm bunları göğüslemede hükümetler ve partiler arası siyasal çizgi farklılıklarının günden güne artık ortak devlet retorikleri ve politikalarına dönüşmesinden söz edilebilir. Tabii bütün bu sorunları, aynı zamanda büyüme trendi eksilerde yer alan Fransa gibi ülkelerde konuşuyorsak, örgütlü veya örgütsüz öfkelerle sokakları da savaş alanına çeviren kitlesel tepkileri de konuşuyor hale geliyoruz.

Fransa örneğinden devam eder ve Nicolas Sarkozy'nin kazandığı seçimlere kadar geri gidersek, yukarıdaki tespitlerin karşılıklarını görmek mümkün hale gelir. O seçimlerin başat söylemi militarizm, milliyetçilik ve göçmen düşmanlığı idi. Dönemin yükselen milliyetçiliği Fransız solunu da baskılamış, onlar da çeşitli ton ve düzeylerde milliyetçi söylemlere sarılmışlardı. Sol, o dönemde, seçim sonuçlarından ötürü kendi iflasını ilan etmektense halkı suçlama cihetine gitmişti.

Sarkozy sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, emeklilik, toplu sözleşme ve iş yasasına yönelik değişiklikleri gündemleştirmesiyle birlikte, uzun bir dönemdir gündemde olan ve fakat kitlelerin tepkisi nedeniyle hayata geçirilemeyen konularda nasıl bir yol haritası izleneceğinin sinyallerini vermişti. Ve tabii bütün bunlara eklenmesi gereken göçmen düşmanlığı söylemi ve bunun da kitlelerde revaç bulması. Ki Sarkozy, kullandığı ulusalcı literatürle Fransa'da aşırı sağın temsilcisi Jean Marie Le Pen taraftarlarının bile desteğini almıştı. Le Pen'in kızı Marine Le Pen'in “Sarkozy bizim fikirlerimizi çalıp kazandı, o bir light Le Pen.” cümlesi bunun göstergesiydi. Sarkozy “yeni bir Fransa”dan bahsediyor; “Fransız düşü”, “kanun ve düzen” gibi sloganlara başvuruyordu. Bu da aslında Fransız merkezi devlet siyasetinin -bazen sağ bazen de sol hükümetlerle kitlelerin gözü boyansa da- temel izleklerini ortaya koyuyordu.

Nitekim 2005 Ekim'inde göçmen isyanı patlak verdiğinde, isyan edenleri “pislikler” olarak damgalayan Fransız hükümeti, işçi kitlelerini de göçmenlere karşı kışkırtmıştı. Fransız hükümeti bir yandan göçmenlerin kalifiye olanları dışında sınır dışı edilebilmelerini güçlendiren anti-demokratik yasalarda çare arar ve işçi kesimlerinden “ücretlerin ucuzluğuyla ilgili göçmenlerin suçlanması” şeklindeki milliyetçi eleştirilerini arkasına alıyordu. Fakat diğer yandan da işçi kitlelerinin sosyal kazanımlarını azaltıp, ücretlerini düşürmek, iş saatlerini uzatma konusundaki girişimlerini sürdürüyordu.

‘Fransız solu'nun milliyetçilik açmazı Avrupa'nın da kaderi mi?

Aslında yukarıda da kısaca özetlediğimiz bu Sarkozy politikalarına yönelik değişik tonlardaki sol-sosyalist kesimlerin milliyetçiliğe ram olan siyaseti bugün yaşanan sorunları aşmada da –özellikle başlarda- inandırıcılıklarını zaafa uğratmaktaydı. Anayasa referandumu, göçmen işçilerin isyanı ve Yeni İş Sözleşmesi Yasası konularında Fransız solu, sol adına hiç de iyi bir sınav vermemişti. Nitekim izledikleri siyaset de zaten Sarkozy'ye yaramıştı.

Tabii bu durum aynı zamanda yaşanan yapısal sorunları aşmada milliyetçi söylemlerin Fransa'da geniş kitleler nezdinde nasıl bir kabul görürlük oranına ulaştığını da göstermekteydi. Mesela Sosyalist Parti adayı Ségolène Royal'in temel sloganlarından biri “her eve bir bayrak”tı. Hatta milliyetçi çizgiyi güçlendirmek için Sarkozy'nin dahi vazgeçtiği De Gaulle'cü geleneğe bile sahip çıkmışlardı. Dahası mesela Marksist olduğunu halen iddia eden yazar Alain Soral, “Eğer Marx yaşasaydı oyunu Le Pen'e verirdi.” diyebilmişti. Troçkistler yüzde 11'lerden yüzde 6'lara gerilemiş, İşçi Mücadelesi (Lutte Ouvriere) ise seçimlerde büyük yenilgi almıştı.

 Sosyalist Hollande yönetimi de IŞİD katliamlarının ardından körüklediği korku ve pasifikasyon ortamından da faydalanarak, iş yasası paketini gündeme getirdi. Sosyalist Parti hükümetinin kasım ve ocak aylarındaki IŞİD saldırılarını olağanüstü hal bahanesi yaparak her türlü gösteriyi yasakladığı ülkede, bu yasağı hiçe sayan yüz binlerce işçi ve öğrenci, mart başından bu yana, grevlerle, boykotlarla, kitlesel yürüyüşlerle eylemlerini sürdürüyordu.

İş yasasında köklü değişiklikler öngören bu tasarı, işten atmaları kolaylaştırırken, kıdem tazminatını da düşürüyor. Patronların keyfi “esnek çalışma” dayatması, fazla mesai ücretlerinin ve işsizlik maaşının düşürülmesi, toplu sözleşme anlaşmazlıkları durumunda patronlara işyerinde referanduma gitme hakkı tanınarak sendikaların gücünün kırılması gibi maddeler içeriyor. Halen korunan pek çok hakkın toplu sözleşmelerle gaspının önünün açılması da cabası.

Yasa tasarısına karşı 9 Mart'ta Fransa'nın pek çok şehrinde yüz binlerin katılımını içeren eylemlilikler son on yılın en geniş katılımına sahne oldu. 2006 yılındaki “ilk iş sözleşmesi” dayatmasından bu yana görülen en büyük seferberlik olarak değerlendirildi. Demiryolu, liman, çelik işçileri derken gelinen noktada özellikle rafineri ve taşımacılık alanındaki grevler hayatı durdurma noktasındaki en önemli tepkiler olarak görüldü.

Fransa'daki eylemler iktidardaki Sosyalist Parti'yle organik bağı olan CFDT[6] dışındaki tüm sendikalar ve öğrenci örgütleri tarafından destekleniyor. Hatta hükümet yanlısı tutumu kınanan CFDT tabanındaki çok sayıda işçi de, sendika yönetiminin kararını dikkate almayarak eylemlere katılmakta.

Öğrencilerin de okul boykotları ve kitlesel yürüyüşlerini, liselilere kadar uzanan hareketlilikleri ve çoğunluğu öğrencilerden oluşan gençlik gruplarının, bazı aydınların da çağrısı ve desteğiyle organize ettiği “Nuit Debout/Gece Ayakta” eylemliliklerini de bunlara katmak gerek.

Mevcut yasaya işçilerle birlikte öğrencilerin de tepki göstermesinde işsizliğin hızla artmasının, gençliğin gelecek beklentisinin karartılmasının büyük bir rolü bulunuyor. Fransa'da 25 yaş altı kesimde işsizlik oranı %25'i aşıyor. Göçmen işçiler için bu oran çok daha fazla yükseliyor. Göçmenlerin karşı karşıya kaldığı ayrımcılığın, İslamofobinin, ırkçılığın tırmandırılması vb. bu toplumsal kesimde öfkenin çok daha fazla birikmesine yol açıyor. Nitekim geçtiğimiz yıllarda yaşanan göçmen isyanları da sisteme yönelik çok yönlü öfkenin dışavurumunun farklı bir versiyonuna tekabül etmekteydi.

Fransalmanya endişeli

Bugün Fransa ve benzeri ülkelerde siyasi parametrelerin belirsizleşmesi kuşkusuz Avrupa'nın yaşadığı derin krizle yakından ilgili. Tabii buna siyasi elitlerin krizleri çözümlemekten aciz kalmalarının yanı sıra, yolsuzluk ve suistimallerin yarattığı yozlaşmaların da etkilerini ilave etmek gerek. Yani mesele sadece işçi sınıfının birkaç talebini dinlemeyen ve masaya oturmayan hükümet ile ona direnen sendikal taleplerden çok daha geniş boyutlu bir çerçeveye haiz.

Elbette hali hazırdaki sorunu –şimdilik kaydıyla- çözecek olan şey bu iki kesimin masadan sonuç alabilmesi. Peki, ama ya sisteme olan güvensizliğin artması, sol-sağ ayrımların neredeyse aynı politikalara kurban verilerek ortadan kalkmasına ne demeli? Hepsinden önemlisi bütün bu gelişmelerin orta ve alt gelir gruplarıyla birlikte öğrenci kesimlerini de içine alan bir toplumsal tepkime ile birlikte 1968'in boyutlarını aşar şekilde bütün bir Avrupa'yı kasıp kavurma ihtimali taşımaktadır.

Hiç şüphe yok ki yaşanan tüm bu trajedide geleneksel olarak günah keçileri üretmenin (yani milliyetçiliğin ve göçmen karşıtlığının) alacağı boyut hepsinden daha acı sonuçlar doğurmaya en kuvvetli adaydır. Fransa özelinde, 2017 seçimlerinde aşırı sağın yeniden gelme ihtimali, sanırım bu defa sadece sembolik bir değer ifade edecek. Çünkü sorunlar aynı, reçeteler aynı, tepkiler benzer. Avrupa'nın iki lokomotifinden birinde, Fransa'da bunların yaşanması şüphesiz “ortak kederi paylaşan” Almanya'yı da derinden endişelendirmektedir.

ZAMAN GAZETESİ