Taha Kılınç / Yeni Şafak
“Topraklarını sattılar”
Zannediyorum 2012’ydi. İsrail’in yine Gazze’yi bombardımana tuttuğu günlerde, İstanbul’da bir camide akşam namazından çıkarken, cemaatten iki tane amcanın konuşmasına kulak misafiri oldum. “Bak görüyor musun” diyordu biri yanındakine, “Yahudilere topraklarını sattılar, şimdi belalarını nasıl buluyorlar!” Ömrünün rükû ve secdede geçtiği belli olan birinden bu kaba ve yanlış genellemeyi duymak çok üzücüydü. Hatta bir an, “Acaba ikisini kenara çekip, aslında öyle olmadığını anlatsam mı?” diye düşündüm. Ama zihinlerdeki çarpıklık öylesine derin ve zincirleme bir hal almıştı ki, bazı şeyleri derli-toplu anlatmak için ta ilk insan Hz. Âdem’den başlamam gerekecekti. Mecburen vazgeçtim.
İsrail’in tekrar Gazze’yi bombaladığı şu günlerde, “Topraklarını sattılar” söylentisi yeniden dirildi, hem de ülke çapına yayılarak. Bilen-bilmeyen herkesin lafa müdahil olduğu, cesur cahillerin “kanaat önderi” pozunda ortalıkta gezindiği, kontrolsüz ve teyitsiz her türlü zırvanın “fikir” diye kıymet gördüğü memleketimizde, bazı hakikatleri sürekli ve bıkıp usanmadan hatırlatmakta fayda var.
Tarihî Filistin topraklarında İsrail’in kuruluşuyla neticelenen Siyonist işgal, üç koldan ilerledi: 1) Katliam, tedhiş ve tehcir, 2) Kamu arazilerinin yağmalanması, 3) Arazi ve mülk devirleri. Kronolojik akış açısından, sondan başlayarak açıklayalım:
1800’lü yıllarda, henüz Osmanlı İmparatorluğu gücünü korumaya devam ederken, dünyanın birçok ülkesinden çok sayıda ırk ve din mensubu Filistin topraklarında boy göstermeye başlamıştı. Devletin o dönemki siyaseti ve denge politikaları çerçevesinde, çeşitli devletlere ve onların tebaasına imtiyazlar tanındı, mabet inşa etme hakkı verildi, gayrimenkul alışverişlerine göz yumuldu. Asırlardır Filistin topraklarında yaşayan Yahudi cemaatlerinin yanı sıra, Avrupa ve diğer bölgelerden gelen Yahudiler de bu çerçevede araziler satın aldılar, Filistin’de yerleşimler kurdular. O yılların atmosferinde, hiç kimse, günün birinde bu Yahudilerin yerel halkı vatanından sürgün edip orada bir işgal devleti kuracağını aklına getirmedi elbette. Getiremezdi de. Ancak Sultan Abdulhamid döneminde, Politik Siyonizm artık bir tehlike şeklinde bütün çıplaklığıyla belirdiği zaman, Osmanlı İmparatorluğu Yahudilere mülk satışını engellemek için her türlü tedbiri aldı. Devrin Arap ulemasının, dışarıdan göçüp gelen Yahudilere mülk ve toprak satışının “dînen haram” olduğunu ifade eden çok sayıda fetvası bugün elimizde mevcut.
(Toprak ve arazi satışıyla alakalı şu notu da mutlaka düşmek gerekir: Bilhassa Filistin’in kuzey bölgelerinde, Lübnan’da ve Mısır’da yaşayan ve çoğunluğu gayrimüslim olan Arap toprak ağalarına ait geniş mıntıkalar bulunuyordu. Örneğin Hayfâ’nın güneydoğusunda uzanan Merc İbn Âmir Vadisi, üzerindeki onlarca köy ve bu köylerde yaşayan binlerce Arap çiftçiyle birlikte, Lübnanlı Sursuk ailesine aitti. Rum Ortodoks Hristiyan olan Sursuklar, vadiyi 1870’lerde Osmanlı hükümetinden satın almış, 1912 ila 1925 arasında Siyonist organizasyonlara satmıştı. Keza Kudüs’te, İsrail Parlamentosu’nun inşa edildiği arazi de, vaktiyle Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin mülküydü.)
1900’lerin başı itibariyle, imparatorluk artık son demlerini yaşadığından, sahadaki fiilî kontrolü de elden kaçırmaya başlamıştı. Dünyanın dört bir yanından Filistin’e akın eden Yahudiler, fırsattan istifadeyle devlet arazilerine “çökmeye”, etrafını çevirdikleri arazilerde kurdukları çiftlikleri (“kibbutz”) silahlı paramiliter çeteler marifetiyle korumaya odaklandılar. Söz konusu silahlı çeteler, İsrail’in kuruluş sürecinde çeşitli isimler altında örgütlenecek, bazıları tasfiye olacak, bazıları ise bir araya gelerek İsrail ordusunun temelini oluşturacaktı.
Filistin topraklarında yaşayan sivil ve yerli halka yönelik katliam, tedhiş ve tehcir eylemleri, Siyonist işgalin en yaygın biçimde kullandığı ve neticeye de en fazla tesir eden yöntemlerdi. 1930’ların ikinci yarısından 1948’e kadar geçen zamanda, Filistin toprakları tarihinin en kanlı ve çatışmalı süreçlerinden birini yaşadı. 750 binden fazla insan farklı coğrafyalara göç etmek durumunda kaldı, 20 binden fazla sivil öldürüldü, köyler kundaklandı ve yağmalandı, geriye korkunç acılar, dramlar ve travmalar kaldı. İsrail’in kuruluşu, herhangi bir devletin kuruluş aşamasında yaşanabilecek “kayıp”ların çok daha ötesini içeriyordu. Bine yakın Filistin yerleşimi haritadan silindi, ahalinin geride bıraktığı her şey Yahudilerce gasp edildi. İsrail’in temelleri, bir kan denizinin ortasına oturtuldu.
Tüm bunlara ilaveten, 1948-1949, 1967 ve 1973’te Araplarla yaptığı savaşların ardından, İsrail, Filistinlilere ait çok sayıda mülke ve araziye de el koydu. Bu bağlamda, “yerleşim” deyip geçtiğimiz kolonizasyon sistemi var ki, onu ayrıca konuşmak gerekir. Nasipse, gelecek yazıda buradan devam edelim.