Filistin’in taşına, suyuna ve akıbetine sahip çıkmak bir inanç meselesidir!

Süleyman Ceran GENÇ Dergisi’ne konuştu

Röportaj: Kadriye Beyza Kirenci

Son kitabınız Hatırlayışlar’da birçok önemli isme dair yazılar okuyoruz sizin dilinizden, kitabın ortaya çıkış hikâyesi nedir?

Hatırlayışlar’da 25 yıl evvel yazılmış bir metinle birkaç ay önce yayınlanan deneme aynı kapağın arasına girdi. Hemen hepsinin ortak özelliği hayatıma öyle ya da böyle dokunmuş, temas etmiş insanlarla ilgili yazılmış olmaları. Hele bir de tanışıklığım olan, birlikte çay içme hukukuna sahip olduğum insanlarla ilgili vefa kabilinden yazılar da barındırıyor kitap. Alaeddin Özdenören, Ali Emre, Cemal Şakar, Şefik Sevim, Abdülbaki Kömür, İbrahim Tenekeci… Unutulmuşlukların, vefasızlığın ur gibi yayıldığı çağa inat; okuru vefaya ve hatırlamaya davet ediyorum bu çabayla.

Seyir Günlüğü kitabınız, Müslüman bir zihinle sinemaya dair farklı perspektifler açıyor okura. Bu minvalde Türkiye’de sinemaya bu hassasiyetle yaklaşan Müslüman yönetmenlerin filmleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gençliğimin ilk yıllarından itibaren sinemayla hep ilgilendim. Sinema salonlarına sayısız kereler gittim, afiş koleksiyonu yaptım. İçinde bulunduğum camiada yer yer yadırgansa da müzik de dâhil pek çok sanat alanıyla ilgilenmeye çalıştım. Sinemayı hep önemsedim ve hiç bırakmadım. Bu gözlemlerimi bir günlük edasıyla “Seyir Günlüğü” adıyla kitaplaştırdım ki devamı da tamamlanmak üzere. Uzun yıllar boyunca şunu gördüm; iyi niyetle hazırlanmış her film insana dokunur. Bunu yapanın illa Müslüman olması gerekmez. Bugün dijital platformlar sinema sektörünü zehirliyor. Birtakım sapkınlıkların filmlerde görünür olmasını dayatan bu tekelci yapılar, tek tipleşmeyi hedefleyerek saflığı ve ortak dili adeta yok ediyorlar. Dünyanın öbür ucunda dahi olsa aynı dilde buluşabileceğimiz yönetmenlerin soyu tükeniyor. Türkiye’de bile bir yönetmen senaryosunu bakanlığa sunuyor ve devletten desteğini alıyor. Sonra uluslararası ödül almak için illa içerisine sapkınlık zerketmesi gerektiğini bildiği için senaryosunu değiştiriyor ve ödül kazanıyor. Bakanlık da verdiği desteği geri istiyor. Yapımcılar ve sanatçılar milletin ve insanlığın menfaati ile dijital platformların talepleri arasında sıkışmış durumda ve çoğu tekelleşmiş şirketleri tercih ediyor. Sinemada başlayan yozlaşma dizilere oradan da oturma odalarına doğru akıp duruyor.

Türkiye’de kültürel iktidar hiçbir zaman Müslümanların elinde olmadı. O nedenle -milli sinemanın etkisinin zayıflamasıyla birlikte- bu memlekette sinemadan kaynaklı hayırlı bir değişim ve dönüşümden söz etmek zor. Rahmetli Sezai Karakoç, Düşünceler kitabında, “Sinema, milletimizin eğitimi için çok önemli bir kurumken, bu, şimdiye kadar adeta anti-eğitim, irfanın ve kültürün yıkım vasıtası olmuştur demek mübalağa olmaz.” diye boşuna söylemiyor.

Farklı coğrafyalar, sizin kendinizi tanıma yolculuğunuzda nereye tekabül ediyor?

Seyahatlerimin büyük kısmını âlem-i İslam’ın savaşla, çatışmalarla, yoklukla imtihan olduğu bölgelerine yaptım. Kardeşlerimizin derdine, hüznüne ortak olma ameliyesinin bir cüzüydü bu. Her ziyaretimde gönlüm genişledi. Ne kadar zor ortamlarda olsalar da şahitliklerini yerine getiren sayısız Müslüman gördüm. Dayanılmaz acılara gark olmakla beraber büyük teslimiyet ve adanmışlık şuuru ile dipdiri ayakta olan insanlar, bir yandan da beni inşa ettiler. Kalbimin, ruhumun evinde gittiğim her yerden aldığım moral tuğlaları bir abide gibi yükseldi hep. 11 yılı geride bırakan Suriye direnişine ilk günlerinden itibaren kesintisiz destek verdim, defalarca gittim, yardım çabalarını dâhil olmaya çalıştım; oraları takip etmediğim tek bir günüm bile olmadı. Filistin’i de Afrika’yı da Balkanları da aynı duyarlılıkla yakından takip etmeye çalışıyorum.

Mezar-ı Şerif’te kıstırıldıkları kapanda patlatılanları, Cenin’de cephanesi bitince katledilenleri, Felluce’de işgalciye kök söktüren Iraklıları, Der’a’da işkence ile can verenleri, Dakka’da işbirlikçi iktidar tarafından asılan ve yanlarında yalnızca şeref libasını giyinerek bu dünyadan ayrılanları birilerinin yazması gerekiyordu ve Uzak Ülke’de bunları yazmaya çalıştım.

Peygamberimizin (as), “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirle­rini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” dediği yerdeyim. Son yüzyılda dağılmış, paramparça olmuş Müslüman coğrafyalar, muazzam bir kuşatma altında. Türkiye’de dâhil bu duruma. Bu kuşatmayı oluşturan zincirlerin her bir halkasını kırma adına tüm Müslümanların üzerine görev düşüyor. Herkes imkânları, çapı ölçüsünde mücadelenin ucundan tutmakla mükellef. Ahirette elbettebundan sorulacağız.

Alaeddin Özdenören ile oldukça yakın bir ilişkiniz varmış, onu bir de sizden dinlesek?

Alaeddin Özdenören ile 2000 yılında kıymetli büyüğüm, değerli öykücü CemalŞakar vesilesiyle tanıştım. Cemal ağabey, henüz Balıkesir’den ayrılmamış, aile işiyle meşguldü. Cemal ağabeyle her cuma akşamı Şöhretler Çayevi’nde saatler süren görüşmelerimiz oluyordu; pişiyorduk. Onun vesilesiyle Alaeddin ağabeyin evine gittim. Balıkesir’de, Türkiye’nin en eski öğretmen okulu olan Necatibey’de okurken, üniversite hayatımın son iki yılında Alaeddin ağabeyle yakın ilişkim oldu. Vefatına neden olacak kanser hastalığı henüz ortada yokken, Alaeddin ağabey, Bahçelievler Mahallesi’nde oturduğu bodrum katta yalnızlıklar içinde yaşıyordu. O iki yıl içinde evine ziyarete gelen tek grubun Ay vakti dergisinden Şeref Akbaba ile Recep Garip olduğunu hatırlarım. Sık sık evine giderdik Alaeddin ağabeyin. Ne çok anlatırdı Maraş’ı ve Ahır Dağı’nı. İstanbul yılları, ilk öğretmenlik zamanları ve Ankara. Öylesine tatlı bir üslubu vardı ki dinlerken asla sıkılmazdınız. Eşi Pervin Hanım çok misafirperverdi. Sezai Bey, Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl, Pakdil ana mevzulardı. Her buluşmada anlatırdı onları. Sezai Bey’e karşı hissettiği derin muhabbetin ve saygının tek taraflı olduğu hissetmek üzerdi beni. İçli zamanlarında ise merhum evladı Kerem’i dinlerdik; boğazımıza bir yumru çöküverirdi. Uzun yıllar boyunca pek çok eleştiriye maruz kalıp yalnız kalan Alaeddin ağabey, hayatının son yıllarında kendini ve zihnini toparlamış, yaşının verdiği olgunlukla da üretmeye hız vermişti. Hece dergisi için yazdıklarını tashih ettiğimi hatırlarım. Evime gelmişliği, birlikte pazar alışverişi yapmışlığımız var. Gece yarısı beni tren garına uğurlamaya geldiği geceyi, o mütevazılığını unutamam. Şu an evimde mutfakta hemen her şeyde kullandığımız geleneksel Hartlap bıçağımız var. Maraş’tan sırf Alaeddin ağabey şiirinde bahsettiği için aldım.

Yedi Güzel Adam’ın en lirik isminden bahsediyoruz. Daha 18’inde Hamle Dergisi’nde çıkan Habersiz şiirinde “bu uzayıp giden yolda/ağlayıp ağlayıp da/aklımı sokmuşum girdabına yaşamanın.” diyen büyük bir şairdir. Edebiyatımız içinde en az şiirle en çok etki bırakan isimlerdendir Alaeddin ağabey. Rahmet olsun ona.

Filistin gerek sosyal medyada gerek kitaplarınızda her daim gündeminiz, biz gençler olarak “İsrail Sorunu”na dair nasıl bir yol izlemeli ve farkındalığı nasıl sağlamalıyız?

Gazze’yi Kamigazze ile anlatmaya çalıştım. Yeni yılda müstakil bir Kudüs kitabıyla da Kudüs’e selam vereceğim inşallah. Türkiye’den durmaksızın Filistin’e seferler var. Ama bu turların hemen hepsi “Kudüs Turu” olarak geçiyor. Filistin’in varlığını görmezden gelerek bir geziye başlamak ne kadar acı. Bu turlar en azından Türkiye reklamlarında bu dili düzeltmeliler. Her şey semboller üzerine kurulu. Amerika’nın Trump döneminde büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması gibi. Katar’da düzenlenen dünya kupasının her yerinde Filistin bayraklarının dalgalandırılması da apaçık bir mesaj; sembolik bir tavırdı. Filistin’e verilecek en büyük destek görünürlüğünün artırılmasıdır. Meşru Filistin devletini her platformda paylaşmalı, kardeşlerimizin mutluluğuna ortak olmaya gayret ettiğimiz gibi İşgalci İsrail’in her türlü saldırganlığını da dünya kamuoyuyla paylaşarak gündem yapmaya çalışmamız lazım. 

Filistin’e gitmeliyiz. Evlenmeden her gencin imkân ölçüsünde Mekke’yi, Mediye’yi, Kudüs’ü, Bosna’yı, Üsküp’ü bir program dâhilinde görmesi gerekir. Havayolu şirketleri gençlere özel paketler hazırlayabilir. Aileler, katılım bankalarından erken yaştan itibaren gençlere, sırf bu seyahatler için fonlar biriktirebilir. Bu güzide coğrafyalarda bulunmak, nefes almak, gözlemler yapmak, ibadetler eda etmek gençlerimize büyük değer katacak; bu kazanımlar da onlara bir ömür eşlik edecektir. El-Aksâ’nın, özellikle Kıble Mescidi’nin farklı ülkelerden Müslümanlarca ziyaret ediliyor oluşu işgalcinin rahat hareket etmesini engelliyor ve Filistinli kardeşlerimize moral veriyor. Bu kutlu belde bir an olsun boş bırakılmamalı. El-Aksâ’nın en çok Şam Kapısı’ndan girmeyi severim. Her gencin kendine göre sevdiği bir el-Aksâ kapısı ve üzerinde oturmayı adet edindiği bir taşı muhakkak olmalı. Filistin’in taşına, suyuna ve akıbetine sahip çıkmak bir inanç meselesidir!

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"