Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Bergusî’nin ve Filistin’in uzun, çileli hikâyesi
Bir önceki yazıda bıraktığımız yerden Filistinli şair Murîd-el Bergûsî’nin hikâyesine devam edelim. Bergûsî 1963 yılında, 19 yaşında bir delikanlı olarak Ramallah’tan ayrılıp İngiliz dili ve edebiyatı tahsili almak üzere Mısır’a gidiyor, 1967’de 23 yaşına girdiğinde Arap-İsrail savaşının başlaması sebebiyle ülkesine girişi yasaklanıyor. 1996’da genç bir talebe olarak geride bıraktığı memleketine ancak 52 yaşında, ömrünün büyük bir kısmını sürgünde geçiren Filistinli bir şair olarak geri dönebiliyor. Uzun hasret dolu ve fazlasıyla çileli o otuz yılın ardından Ramallah’a dönerken; Ürdün’ü Filistin’e bağlayan ‘Köprü’de Ürdün nehrine bakarak Filistin’i düşünüyor:
“Kendi kendime sordum, onu kaybetmemiş olsaydık onu bizim için özel kılan başka ne olacaktı? O da her memleket gibi bir memleket.
Bizden koparılıp alınışını unutmamak için ona şarkılar yazıyoruz. Bu ihanet kalbi kırılanların hayatlarını daha da çekilmez hale getiriyor. Geçmişte kalmış bir kutsallık için değil şarkılarımız, bugünkü haklılığımız için ve işgal her gün bu haklılığımızı yalancı çıkardığı için. İşte karşımda, yaratıldığı günden beri yerinde duruyor.
Dedim ki kendime: ‘Yer hiçbir yere gidemez.’ Henüz ulaşamadım ona. Ama direkt olarak görebiliyorum. Büyük bir ödül kazandığı söylenen ancak ödülünü henüz eline alamamış biri gibiyim.”
Bergûsî geri döndüğü memleketinde geçirdiği her dakika, bir kavuşma heyecanı ile içinde yeni baştan büyümeye başlayan bir gurbeti birlikte yaşadığını hissediyor:
“Şimdi sürgünümden dönüyorum. Onların vatanına? Kendi vatanıma? Batı Şeria ve Gazze’ye? İşgal altındaki topraklara? Belli bölgelere? Yahuda ve Samiriye’ye? Özerk hükümete? İsrail’e? Filistin’e?”
“Ne yeni burada? Buraların hâkimi hâlâ onlar. Geçiş iznini onlar veriyor. Dosyalarınızı onlar inceliyor. Onlar adınıza dosya açıyor ve sizi onlar bekletiyorlar. Ben kendi hudutlarım olmasına mı teşneyim? Sınırlardan nefret ederim. Bedenin, yazmanın, davranışların ve devletlerin sınırlarından.”
“Ebû Saci’ye Temim’in izninin çıkması için takriben ne kadar bekleyeceğimizi sordum. Gençlere izin verirken ağırdan aldıklarını, yaşlılara ve elli yaşın üzerindekilere kolay izin verdiklerini söyledi. Misafirin daha eli bile değmeden mermere düşüp paramparça olan bir kahve fincanının sesi gibi kulaklarımda çınladı durdu elli kelimesi. Ne çok yaşadığımı ve ne az yaşadığımı hissettim. Sanki aynı anda hem çocuktum hem de yaşlı bir adam.”
“Bu yerleşim yerlerinin sakinleri kim? Buraya gelmeden önce neredeydiler? Duvarların ardında çocukları top oynar mı? Silahları hep yanı başlarında mı? Dolu tüfekleri asılı mıdır yatak odalarının duvarlarında? Onları televizyonda silahlı görüyoruz hep. Bizden korkuyorlar mı gerçekten, yoksa biz miyiz korkan?”
“Dünya Kudüs’ün statüsünün, ideolojisinin ve efsanesinin derdinde. Bizim Kudüs’teki hayatımız ve hayatımızın Kudüs’ü kimsenin umurunda değil. Semaların Kudüs’ü daima yaşayacak ama bizim oradaki hayatımız yok olma tehdidi ile karşı karşıya. Oradaki Filistinlilerin sayısını, evlerin hatta pencerelerin, balkonların, okulların, kreşlerin, cuma ve pazar günleri namaza gelenlerin sayısını sınırlı tutuyorlar. Turistlerin hangi dükkânlardan hediyelik alacaklarını, hangi sokaklardan geçeceklerini ve hangi çarşılara gitmeleri gerektiğini onlar belirliyorlar. Biz Kudüs’e turist, öğrenci veya yaşlı olarak bile giremiyoruz. Orada yaşayamıyor ve oradan ayrılamıyoruz. Kudüs’ten sıkılıp Nablus’a, Şam’a, Bağdat’a, Kahire’ye veya Amerika’ya gidemiyoruz. Kiralar yüksek diye onu sevmemezlik edemiyoruz. İnsanların yorucu şehirlerden şikâyet ettiği gibi şikâyetlenemiyoruz ondan.”
Belki en doğrusu alıntıları burada sonlandırıp kitabın kendisini okumak ve Filistin’in zamana yayılan kahır hikâyelerinin birini adımlamak... Her an çok ağır dramların yaşadığı toprakların insanları, bazen ilk bakışta bu kadar korkunç görünmeyen ama idrak etmeye başlayınca insanın içini yakmaya başlayan bir uzun, çok uzun hikâyenin de kederli yolcuları aslında.