Cevabı besbelli iki soru sorayım yazıya başlarken: Filistin’de kimler ölüyor? Acılar içinde kıvranan, evleri başına yıkılan, şehirleri harabeye çevrilen insanlar kimimiz ve neyimiz olurlar? Siyonist katiller kardeşlerimizi en barbarca usullerle öldürüyor, evet. İslam ümmetinin mazlum, mağdur ve sonuna kadar haklı nadide bir parçası katliam ve yıkımla teslim alınmak isteniyor, doğrudur.
Bir de cevabı pek kolay olmayan, cevaplandığındaysa canımızı epeyce sıkacak olan şöyle bir soru soralım: Siyonist işgal ve katliamlara karşı izzet ve şerefle direnen Filistin halkı onca çaresizlikten çareler üretip ayakta dururken adeta imkânlar denizinde yüzen bizlerin içine gark olduğumuz acziyetin sebebi nedir acaba?
İsrail’i Güçlü Kılan
Şüphesiz İsrail’i işgalci, katliamcı, işkenceci, saldırgan ve dokunulmaz kılan çok sayıda faktör var. Siyonist ideoloji ve bu ideolojiyi hayata geçiren kadroların AB-ABD adına İslam coğrafyasında boşluğu doldurulamayacak kadar fonksiyonel bir icra merkezi olduğu malum. Ancak devasa bir savaş makinesi olarak donatılmış olsa bile İsrail’in bölgede hiçbir meşruiyeti ve makuliyeti yok. Bu meşruiyet ve makuliyet olmadığı ve bizzat haksızlık-zulüm üzerine inşa edildiği için her şeyden önce zayıftır, iğretidir ve bunun için de geçicidir.
İsrail’i bu kadar çok kan dökerek işgalini kalıcı kılmaya teşvik eden de bu meşruiyet yoksunluğundan kaynaklanan zayıflıktır zaten. Ama iş reel politik analize gelince İsrail’i AB ve ABD kadar işgal ve katliamlara teşvik eden bölgesel güç dengeleri ve işbirlikçi yönetimler olduğunu unutmamak lazım.
Mesela Mısır’da Sisi cuntasının Mursi yönetimini devirir devirmez giriştiği icraatlardan biri de Gazze’ye yönelik ablukayı Mübarek döneminden daha sıkı bir biçimde hayata geçirmekti. Refah sınır kapısının açılmamak üzere kapatılması, Gazze’ye yönelik tünellerin bombalanarak yıkılması başta olmak üzere Sisi cuntasının hayata geçirdiği her politika Filistin’e indirilmiş ağır bir darbeydi. Arkasına aldığı liberal, sosyalist, ulusalcı kesimlerle birlikte Sisi cuntası kimin adına Filistin’i güçsüzleştirmenin mücadelesini veriyordu? Mısır oligarşisinde temsil ettiği bütün bileşenlerle birlikte Sisi’yi Suudi Arabistan ve BAE’nden onları da ABD’den ayırmak mümkün değil elbette.
Esed-Baas rejimini ayakta tutmak saplantısıyla Suriye’yi kan gölüne dönüştüren İran ve Lübnan’daki uzantısı Hizbullah’ın her türlü çirkinliği içeren stratejileri Tunus’ta başlayan süreci boğan birincil faktör olmadı mı?
Devrim süreçlerini Suriye’de kanla boğup Mısır, Libya ve Tunus’taki çabaları eski rejimin saldırısına açan kanlı planlar ABD ve Rusya’dan önce İran ve Suudi Arabistan eliyle hayata geçirilmedi mi?
Bu sebeple tespit ve teslim edilmesi gereken ilk olgu şudur: İran ve Suudi Arabistan her ne kadar bölgesel çapta kendileri adına strateji yürütüyorlarsa da küresel planda biri Rusya adına diğeri de ABD adına taşeronluk üstlenmekteler. İsrail’i daha bir güçlü daha bir saldırgan kılan ve aynı oranda Filistin başta olmak üzere Suriye, Mısır, Irak ve Libya’daki Müslümanları zayıf kılan aktörler uzaklarda değil sanılandan daha yakınlarda çünkü.
İran ve Suudi Arabistan sözde Filistin davasını sahiplenme yarışı maskesiyle bölgesel ve küresel çapta bütün kirli, karanlık ve kanlı perdelemektedir. İşte bu maske İsrail’i güçlü, Filistin başta olmak üzere Suriye, Mısır, Libya, Irak, Yemen, Afganistan, Çeçenistan gibi beldeleri etnik ve mezhebi çatışmalara, siyasi kaos ve iktisadi açmazlara sürükleyerek zayıf kılmakta.
Bol Hamaset, Sıfır Eylem
Bu meyanda Türkiye’de fazlasıyla tuhaf, izahı imkânsız bir durum var. Hemen her çevre İslam coğrafyasındaki gelişmelerle alakalı bu arada hassaten Filistin’le alakalı gösterilmesi gereken duyarlılık, sorumluluk ve eylemi neredeyse Başbakan Erdoğan’a devretmiş gözükmekte. İslami ve insani sorumlulukların bir şahsın veya makamın omuzlarına yüklenmesi hiç kabul edilebilir bir şey değilse de ölü toprağı serpilmiş cemiyet ve cemaatler, aydın ve gazeteciler, dernek ve vakıflar bu durumu fiiliyata dökmekteler.
Son iki haftadır ‘nerede bu millet, insanlar neden sokaklara dökülmüyor” gibi sorular çokça yazılıyor, konuşuluyor. Ama başta bu soruları soranlar olmak üzere geniş kesimlerden ses soluk çıkmıyor. Ne bekleniyor? Majestelerinin sivil toplumu veya aydını-gazetecisi değilseniz neden ‘sahada’ değilsiniz?
Koca koca vakıflar, dernekler, platformlar, cemaatler, ağır ve muhterem abiler harekete geçmek, İsrail protestoları ve Filistin için yardım kampanyalar başlatmak için vahiy mi bekliyorlar yoksa? Süslü ve iddialı kurumlar, arkasında durulamayan iddialı nutuklar şimdi daha zor bir teste tabiler. Konfor ve şatafat sadece mevcut duyarsızlık ve tembelliği kavileştirmekle kalmıyor. Üzerine bir de kendini beğenmişlik ve hemen herkese akıl verme, rehberlik etme kibrini lütfediyor.
“Her eylem yeniden diriltir beni” diyen bir neslin “her konfor biraz daha köreltir beni” formatına tebdili acılı ve acıklı bir hikâye olarak tarihe geçerse işte o zaman Filistin’e, Suriye’ye, Irak’a, Mısır’a, Afganistan’a değil asıl kendimize ağlama vakti gelmiş demektir.