Filistin'de yaşanan şeyi doğru tanımlamak zorundayız!

Mehmet Yahya Çiçekli, Filistin'deki soykırımı farklı tanımlarla hapsetme biçimine dikkat çekiyor.

Mehmet Yahya Çiçekli / Açık Görüş

12 karanlık ayın ardından Filistin

Filistin'de son bir yıldır yaşananlar belirli yönleriyle çatışma tanımına uysa da aslında resmin tamamına bakıldığında devam eden süreci bir çatışma olarak tanımlamak isabetli değil. Etnik temizlik mi soykırım mı olduğunun tartışılması gereken bir dizi insanlık suçunu "çatışma" tanımı içinde tahlil etmek öncelikle etik bir yaklaşım sayılamaz. Filistin'de ölenler yalnızca siviller, yaşlılar, kadınlar ve çocuklar değil; Filistin'de insanlık katlediliyor.

Filistin'de yaşananların muhasebesinin de bir savaş incelemesine benzer şekilde "şu kadar okul, bu kadar hastane, o kadar sivil vuruldu" gibi zikredilmesi artık her biri ayrı bir trajedi olan insan kaybını istatistikleştirirken insanları duyarsızlaştırıyor. Kur'an'da ve Talmud'da yazılı olan "bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş sayılır, bir insanı kurtaran tüm insanları kurtarmış sayılır" mealindeki ifade, öldürmeme emri olarak İncil'de de yer alıyor. Tüm kutsal kitaplara girmiş bu hüküm yürekleri titretecek ağırlıkta olduğu halde adeta kâğıda bulaşmış mürekkep muamelesi görüyor.

Filistin'de insanlığın ölümü

İsrail'in saldırganlıkları son 12 ayda mevcut Siyonist hükümet tarafından hiçbir ahlaki-insani değerin gözetilmediğini ortaya koydu. Gelişmiş, "medeni" ülke sayılan çoğu devlet bu yaşananlara tamamen veya büyük ölçüde sessiz kaldı. Katliamların durdurulması için somut adımlar atılmasına yönelik olarak da pek çok ülke eyleme geçmedi. İsrail'in en büyük destekçisi olan ABD neredeyse mutlak şekilde desteğine devam ediyor. Bugün için İsrail'in yaptıkları yanına kar kaldı.

Filistin'de öldürülen, parçalanan, sakat kalan, acı çeken sayısız insan ve bilhassa çocukların maruz kaldığı bu zulüm bireylerin değil, insanlığın ölümü anlamına geliyor. Filistin'de insanlık ölüyor. Orada yaşananlar yalnızca Müslümanlar için değil bütün insanlık alemi için ibretlik bir durum. Dehşet ve utanç, öğrenilmiş çaresizlik içinde kıpırdayamamak adeta bir travmanın göstergesi. Bu tabloyu son bir yılla sınırlayıp okumak olup biteni tam anlamak için yeterli değil. Dünden bugüne bakıldığında aslında durumun her geçen yıl daha da beter bir hale geleceğini öngörmek imkânsız değildi. İşin Siyonizm boyutu bir tarafa, uluslararası siyaset bakımından 1917'de İngiliz Hükümetinin Balfour Bildirgesi ile ilan ettiği, Filistin'de Yahudilere bir "yurt" verilmesi kararı bu işin resmiyete döküldüğü ilk adımdı.

Filistin İngiliz mandası altındayken o dönem yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler tarafından 1947'de alınan, Filistin topraklarının bölünüp bir Arap ve bir Yahudi devleti ile Kudüs'te de özel statülü bir şehir kurulmasını öngören karardan beri bugüne kadar her adımda bölgedeki Müslüman hatta Hıristiyanların durumu kötüye giderken Siyonistlerin işlediği suçlar ekseriyetle görmezden gelindi. Birleşmiş Milletlerde alınan ilgili kararlardan Filistin lehine olanları uygulanmadı. İsrail Devleti aleyhinde alınan kararlar da havada kaldı. Bugün geçmişe dönüp bakıldığında amacın hiçbir zaman bölgedeki Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların barış içinde yaşaması olmadığı açıkça anlaşılıyor. Dünyanın herhangi bir yerine kim tarafından işlenirse işlensin insanlık suçu sayılacak fiiller faili İsrail olduğunda görmezden geliniyor.

Kalıcı çözüm ihtiyacı

Bugün Filistin'de akan kan bir şekilde dursa bile mevcut durum yaşanan dramların nihai halkası olmayacak. Filistin'de geçici değil kalıcı bir çözüme ihtiyaç var ancak gerçek bir çözüm çok uzak görünüyor. Filistin halkının temsil sorunu geçmişten beri var olan en büyük engel. Filistin davasını sahiplenen örgütler soğuk savaş döneminde ve sonrasına hiçbir zaman tam olarak Filistin halkını yansıtmadı. 1940'ların sonunda veya 1967'de bir Filistin devleti kurulsaydı uluslararası hukuk zemininde İsrail'in yayılmacılığının bu şekilde gerçekleşmesi daha güçtü. İsrail'in haksız fiilleri daha büyük bir suç teşkil ederdi. İsrail'in işgallerini tanımaya dönük gayrımeşru girişimlerin kabul edilemezliği daha net şekilde ve daha büyük bir ağırlıkla ortaya konulabilirdi. Ancak Filistin adına söz alanlar İsrail'in varlığını tanımak söz konusu oldukça mutlak bir ret tavrı sergilediler ve İsrail'e komşu bir devlet olmayı kabul etmediler. İsrail varsa biz yokuz diyenler Filistin'in Birleşmiş Milletler ve uluslararası hukuk nezdinde bir devlet olarak pek çok hakka kavuşmasını engelledi. Bu tavrı sergileyenler belirli bakımlardan haksız olmasa da somut gerçeklik bu ideallerin savunulmasına müsait değildi ve maksimalist yaklaşanlar yanlış hamle yapmış oldu. Elbette İsrail'in korkunç saldırganlığı ve vahşeti Filistin'in devlet olmamasıyla açıklanamaz ancak karşısında fiili (de facto) değil, dört başı mamur bir devlet olsaydı İsrail'in işi daha zor olacaktı. Hakeza Ukrayna'da yaşanmakta olduğu gibi, uluslararası camiadan ve farklı ülkelerden Filistin'e daha büyük somut destek sağlanması mümkün veya daha kolay olacaktı. Bugün herhangi bir ülke Ukrayna'ya silah ve askeri yardım gönderebilir ancak Filistin için durum böyle mi?

Bugün için eğer dünya kamuoyu ve insanlığın vicdanı Filistin'de kalıcı bir çözüm getirmek için harekete geçecekse, bunun dayanak noktası 1967 sınırlarına göre Filistin Devletinin tanınmasıdır. Bu sınırları ihlal eden İsrail veya başka devletler de zamanında Kore Savaşında olduğu gibi geri kalan dünyanın ortak gücüyle püskürtülmelidir. İsrail-Filistin sınırında da Kore ve Kıbrıs'ta olduğu gibi Birleşmiş Milletler Barış Gücünün konuşlanacağı askersiz bir hat çekilmelidir. Filistin devletinin kurulup, İsrail'in işgal ettiği topraklardan çıkarılmasının ardından bir adım daha gereklidir. Sahil şeridi ile bağlantısı olmayan Filistin topraklarının deniz erişimine sahip olması bakımından 1967 sınırlarına ilaveten Akdeniz kıyısında bir liman inşa edilebilecek bir araziyi uluslararası taahhütlerle 49 veya 99 yıllığına kiralaması da elzemdir.

Son söz yerine

Ukrayna'da ve başka bölgelerdeki krizler ve gelişmeler yeniden bir dünya savaşını akıllara getirse de, Filistin'de yaşananlar aslında tüm insanlığın vicdanının yaşam savaşı olarak farklı bir dünya savaşı anlamına geliyor. "Üçüncü dünya savaşı hangi taraflar arasında olabilir?" Belki de asıl savaşın birilerine karşı değil, topla tüfekle değil, ancak insanlık mefhumu için yapılması gerekiyor. Tüm dünyanın önünde varoluşsal bir ahlaki sorun var. Masumların hesapsızca katledilmesini bilerek görmezden gelenler, sivillere yönelik saldırganlıklar karşısında "benim tarafım" diyerek ayrımcılık yapanlar süregelen zulmün apaçık ortakları olurken insanlıklarını kaybediyor. İnsanı insan yapan vicdan ve erdem kaybedilirse, geriye kalan cisim bir hayvan bile etmiyor. Bugün ve yarın insanlık için en önemli savaş, kendi vicdanının ölüm kalım mücadelesinden başka ne olabilir?

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!