Filistin ve Suriye Üzerindeki İpotekler Nasıl Kaldırılacak?

KENAN ALPAY

Milli Savunma Bakanlığı, en son dün yaptığı açıklamada Türkiye-Rusya arasında imzalanan ateşkes anlaşmasının defalarca ihlal edilmesine ve TSK’nın İdlib etrafındaki üç gözlem noktasının kuşatılmasına karşı ‘oldukça sert’ bir açıklama yaptı. “Gerginliği Azaltma Bölgesi” ilan edilen İdlib’te metrekareye kaç bomba fırlatıldığı henüz tespit edilebilmiş değil. Aylardır korkunç saldırılara maruz kalan Maret’un Numan beldesi Rusya ve İran orduları tarafından işgal edildi. Eş zamanlı olarak Maar Hattat, Morek, Raşidin ve Surman bölgelerindeki TSK’nın dört gözlem noktası Esed rejimi tarafından kuşatılmış durumda. MSB sözkonusu açıklamasında sivil halkın katledilmesine, Gözlem ve Kontrol Noktaları’nın güvenliğini tehlikeye atan girişimlere karşı “meşru müdafaa çerçevesinde misliyle karşılık verilecek” türü açıklamalar yapıyor ama henüz hiç hareket olmadı.

Türkiye güçlü bir biçimde askeri önlem almakta geciktikçe, meşru müdafaa hakkına vurgu yapıp misliyle karşılık verilmedikçe Rusya’nın Astana Sürecine sadık kalması da garantörü olduğu Esed rejiminin saldırılarına engel olması da temin edilemeyecek. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da artık Rusya’nın Astana’ya da Soçi’ye de sadık kalmadığını açıkça beyan ediyor. Ancak ateş altından kaçarak Türkiye sınırına yığılan 250 bini aşkın mültecinin oluşturduğu göç dalgasını Avrupa Birliği’ne hatırlatmak tek başına kar etmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kurduğu “kendi toprağını savunanlar terörist değil direnişçidir” söylemini Türkiye’nin daha yüksek sesle ve güçlü bir pratikle sahaya aktarması gerekiyor.

Çadır ve Battaniye, Tank ve Uçak

Esed/Baas rejimin devlet terörünü tahkim eden Rusya ve İran’ın cinayetkar askeri varlığını uluslararası kamuoyunda birlikte vurgulamaktan imtina ettiği oranda Türkiye zaafa düşmektedir. İdlib bölgesine yönelik saldırıları kast ederek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sarf ettiği “sabrımız tükeniyor, kendi göbeğimiz keseriz, bundan sonra ne gerekiyorsa biz de bunu yapacağız” çıkışını askeri karşılığı geciktikçe AFAD ve Kızılay’a daha çok iş düşecektir. Hatırdan çıkarılmasın ki; Suriye halkının meşru direnişine yapılan vurgu zayıfladıkça Rusya ve İran’ın saldırıları daha bir dizginsizleşiyor, daha bir barbarlaşıyor. Rusya ve İran Astana ve Soçi’ye değil sadık kalmak aksine bu süreç üzerinden Türkiye’yi terbiye etmek, Esed rejimine zaman kazandırmak ve direnişi boğmak üzere kirli bir misyon biçmişlerdir. Yaşanan bütün dramlara rağmen direniş zannedilenden daha güçlü ve organizedir. Bu sebepledir ki; Rusya, İran ve Esed rejimi orduları havadan ve karadan bütün imkanları seferber edip hiçbir insani kural tanımadığı halde İdlib’te çok cüz’i bir alanı ele geçirebildi.

Türkiye güney sınırını ve komşularının güvenliğini temin edebildiği oranda Rusya, Mısır, Suudi Arabistan ve Fransa’nın Libya’daki daha geniş manada Doğu Akdeniz’deki haklarını teminat altına alabilecektir. Rusya ve İran’ın saldırıları öncelikli olarak Suriye’deki ipoteklerini derinleştirmekse de geniş ve uzun vadeli stratejileri Doğu Akdeniz’de kıstırılmış, hadım edilmiş bir Türkiye profili üzerinedir. Bu noktada Rusya ve İran zannedildiğinin aksine Amerika ve İsrail’le kesinlikle bir çatışma yaşamamakta bilakis ortak payda üzerinde hareket etmektedirler.

Barış Yok, Derinleşen Gasp Var!

Amerika Başkanı Trump, Filistin topraklarını bir bütün olarak Siyonist İsrail’e verme girişimlerini epeyce hızlandıran bir aktör olarak karşımıza çıktı. Ancak Trump’ın kaba saba ve hayatı skandallarla örülü kişiliği Amerika Birleşik Devletleri’nin Siyonist İsrail yanlısı hatta bağımlısı siyasi çizgisini asla gölgelemesin. Evet, Siyonist damat Jared  Kusner, Suudi Veliahd Prens Muhammed Bin Selman, Mısır’daki cunta şefi Abdülfettah Sisi ile Trump ve Benyamin Netantahu son derece elverişli bir rüzgar yakaladıklarını düşünüyor olmalılar. Lakin şartlar her ne kadar aleyhine olsa da Filistin toprakları ve davası İsrail’e ipotek edilecek kadar köksüz, zayıf ve umutsuz değil. İsrail işgalini derinleştirmek, kalıcılaştırmak ve meşrulaştırmak üzerine kurulu mezkûr planın Filistin halkı başta olmak üzere bütün Müslüman halkları ortadan kaldırmadıkça başarılı olabilmesine hiç ama hiç imkan yoktur.

İslam dünyasının dağınıklığı, despotik rejimlerin varlığı, ahlaki ve hukuki acziyetlerle beslenen emperyalizm olgusu dâhil bin bir türlü musibetle malul olduğumuz malum. Fakat bu halin kalıcı değil geçici olduğunu da iyi biliyoruz. Trump’ın azil süreci ve seçim kampanyasını da, Netanyahu’nun yolsuzluk dosyalarından sıyrılma girişimlerini de hesaba katalım ama bu rezil anlaşmanın ilan edildiği salondaki coşkuyu da sakın göz ardı etmeyelim. Amerika ve İsrail’i güçlü kılan aktörler evvelemirde Mısır ve Suriye’deki halk düşmanı askeri cuntalar; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Umman gibi ülkelerdeki işbirlikçi saltanat rejimleridir.

Muhterem ve mücahid Raid Salah’ın veciz ifadesiyle “İsrail’in başkenti Kudüs değil olsa olsa cehennemin dibi olabilir”. Bununla birlikte retorik, veciz söz ve insani yardımlar ancak İslami mücadeleyi besleyen, Kudüs ve Filistin başta olmak üzere İslam beldelerini zulümle, yolsuzluk ve yoksullukla gasp eden rejimlerden temizlemeye matuf oldukça anlam kazanacaktır. Güya İran “Kudüs Ordusu” kurup İsrail’e karşı savaşacaktı. Suriye ve Irak’ta Müslüman katletmekten, Bağdat ve Musul’dan Şam ve Halep’e şehirleri yıkmaktan İsrail’le savaşa vakit bulamadılar. Üzerine bir de Esed rejimi gibi katil bir kan dökücü cuntayı, Rusya gibi emperyalist devleti “direniş ekseni” diye pazarladılar. Rusya ve İran, Suriye’yi talan edip harabeye çevirirken Amerika ve İsrail de Filistin’deki işgali derinleştirmek için harika bir fırsat yakaladılar.

Emperyalizmle savaşmak, küresel sömürgecilikle mücadele etmek, Siyonist işgale karşı direnmek için önce zihinlerdeki ve söylemlerdeki paslı klişeleri, çarpık perspektifleri söküp atmamız gerekiyor.

Yeni Akit