Medine Tezcan & Ashira Darwish / Perspektif.eu
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Geçtiğimiz bir yıl Filistin halkı ve Gazze’deki insanlar için korkunç bir gerçeklikti. Şimdi de Lübnan’da büyük bir yıkım var. Tüm bunlar karşısında bir Filistinli olarak kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Filistinliler olarak hayatımızın en zor yılıydı. Özellikle de son birkaç ay umudumuzu korumak çok zordu. Yine de bunun sadece bir dönem olduğunu ve bizim görevimizin umudu ve inancı canlı tutmak olduğunu biliyorum. Bu yıl yıkım ve ölümle dolu olsa da aynı zamanda dünyada ve Filistin’deki tüm insanlar için bir direniş yılıydı. Dünyadaki birçok insan Filistin’de olan bitenler hakkında bir uyanış yaşadı.
Bence insanların sadece son bir yılda değil, tüm süreçte neler yaşadığımızı anlamaları çok önemli. Filistinliler 1948’den beri öldürülüyor. İsrail hükûmeti bizi haritadan silmeye çalışıyor ve bu sadece Filistin’le de ilgili değil. İsrail’in bazı kesimlerinde Lübnan, Suriye, Mısır, Irak ve Suudi Arabistan’ın bazı kısımlarını içeren “büyük İsrail” hülyası var.
“Konuşmak Benim Görevim Çünkü Halkımın Sesini Yükseltemeyeceğini Biliyorum”
Diasporada yaşayan bir Filistinli olarak geçen yılı nasıl özetlersiniz?
Diasporada olma konusunda yeniyim. Filistin’den henüz birkaç ay önce ayrıldım. 7 Ekim ve sonrasında oradaydım. Evde bir şeyler olurken uzakta olma hissinde yeniyim. Çünkü olan bitenin içinde aktif olmaya alışkınım. Ama aynı zamanda, dışarıda çok daha fazlasını yapabiliyormuşum gibi hissediyorum. En azından olan biten hakkında konuşmama izin veriliyor. Filistin’de sesimizi yükselttiğimiz için terörize ediliyoruz. Sokaklarda yürürken, yaşarken, sadece var olduğumuz için terörize ediliyoruz. Özellikle 7 Ekim’den beri İsrail hükûmeti, konuşan Filistinlileri hedef alıyor. Gözaltı merkezlerinde ve hapishanelerde korkunç bir işkence yaşanıyor. Bu yüzden dışarıda olup konuşabildiğim için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum ve konuşmanın benim görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü halkımın kendi sesini şu anda yükseltemediğini biliyorum.
Bugün konuşan her gazeteci için konuşmak, haber yapmak bir risk. Jabalia mülteci kampındaki kuşatmayı haber yapan gazeteciler vuruldu. Bu yüzden diasporada yaşayan Filistinliler olarak rolümüzün farkında olmamız ve kardeşlerimizin seslerini duyurabilmemiz çok önemli.
“Zeytin Ağaçlarının Ağladığı Yer” (İng. “Where Olive Trees Weep”) belgeselinde kendi yaşam hikâyenizden bahsediyorsunuz. İşgale direnmenin bir yolu olarak gazetecilik yaptınız ve daha sonra işgalin yol açtığı hasarı iyileştirmenin bir yolu olarak terapi alanına yöneldiniz. İşgal hayatınızda nasıl belirleyici bir faktör oldu?
Hayatıma gazeteci olarak başladım. Bunun Filistinlilere yapılanları ortaya çıkarmak için bir araç olacağını düşündüm. 35 yıl boyunca, İsrail’in yaptıklarını bütün dünya gördüğünde bunu durduracaklarını düşünerek biraz naif davrandım. Bugün geldiğimiz noktada ise insanlar televizyon ve telefon ekranlarında parçalanmış çocuk bedenlerinin pirinç çuvallarına konarak taşınmasını izliyor. Sivillerin korkunç bir şekilde hedef hâline gelmesi karşısında dünya sarsılmadı, kimse harekete geçmedi. Ben Filistinlilere adalet getirilmesi, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin vurgulanması ve uluslararası hukukun hatırlatılması için sosyal medyanın başlı başına yeterli bir mecra olmadığını düşünüyorum. Gazze’de uluslararası hukuk ayaklar altına alındığında, aslında bu hukuk sisteminin de sadece “beyaz” insanlar için yaratıldığını görmüş olduk. Sömürgeleştirilmiş insanlar, BPOC’ler hedef alındığında, öldürüldüğünde ve yok edildiğinde ortada bir sorun yokmuş gibi davranılıyor.
Filistin’de yaşadığım şeyler yüzünden medya alanından vazgeçtim. Yalnızca Filistinlilerle değil, aynı zamanda travma yaşayan insanlarla, dünyanın dört bir yanındaki mültecilerle bazı şifa yöntemlerini paylaşabileceğimi düşündüm. Ancak Batı’nın şifa yöntemleri de Batılılar için yaratılmışa benziyor. Örneğin konuşma terapisi, güvenli bir şekilde yaşama lüksüne sahip insanlarda işe yarıyor. Filistinliler olarak bizim bedenlerimiz ise sürekli bir korku ve şok hâlinde. İnançla bağlantısını koparmış psikolojik çalışma prensipleri, insanın zayıf olduğu ve iyileşmekten aciz olduğu fikrine dayanıyor. Bizim inancımız ise toplumumuzu iyileştirmek için çok fazla imkâna sahip. Ayakta kalabilmemiz, dayanabilmemiz ve bu soykırımı ruhen atlatabilmemiz için atalarımızın 1948’deki etnik temizlikten sağ kurtulduklarında sahip oldukları ve onların kurtulmalarına yardımcı olan farklı kültürel araçların olduğunu biliyoruz. Bu Filistinlilerin sonu değil. Filistinlilere yapılan tüm katliamlarla biz sadece daha da güçleniyoruz.
“İhtiyacımız Olan Şey Kolektif İyileşme”
Filistinli çocuklarla, gençlerle ve yetişkinlerle terapi çalışmaları yapıyorsunuz. Bizse uzaktan sonsuz ve iyileşmeyecek bir travmaya bakıyormuşuz gibi hissediyoruz. Peki sizin deneyimleriniz neler? Filistin halkının dayanıklılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu anda tanık olduğumuz şey, daimî travma. Gazze, dünyanın daha önce hiç karşılaşmadığı bir şeyi yaşıyor. Bu soykırımın insanların bedenleri, genleri, hatta ana rahmindeki çocukları üzerinde bile yansımaları var. Yetim kalan binlerce Filistinli çocuğumuz var. Yaşananların boyutunu hâlâ bilmiyoruz. Çünkü hâlâ kime yas tutacağımızı, kimin öldüğünü, kimin enkaz altında olduğunu, kimin bedeninin çürüdüğünü, kimin hapse atıldığını, kimin toplu mezarlarda yattığını bilmiyoruz. İnsanlar nefes alma ve kendilerine neler olduğunu anlama fırsatı bulamadılar. Travmanın ne olduğunu henüz idrak edebilmiş değiller. Bu yüzden çok çalışmamız gerek.
İhtiyacımız olan şey kolektif iyileşme. Bu iyileşme ilk etapta Filistin’in kurtuluşu ve adaletin tesisi ile mümkün. Zihinlerimizin ve bedenlerimizin rahatlaması için adalete tanıklık etmemiz gerekiyor. Adalet sağlanmadığı, Filistin’in kurtuluşu gerçekleşmediği sürece, bu travma yarası asla iyileşmeyecek.
Biz Filistinliler olarak 1948’den ders aldık. Gazze’deki insanların çoğu evlerinde ölüyor. Evlerinden ayrılmıyor ve mülteci olmuyorlar. Çünkü mülteci olduğumuzda ne olduğunu biliyoruz. Lübnan’daki mülteci kamplarında bile İsrail’in peşimize düştüğünü gördük.
Büyükanne ve büyük babalarımızdan bize miras kalanlar var. Örneğin hâlâ bizi bir arada tutan topluluk olma gücüne sahibiz. En büyük aracımız ise inanç, çünkü şehitlerimizin cennette ve selamet içinde bir arada olduklarına dair inancımız olmasaydı kalplerimiz kederden infilak ederdi. Sahip olduğumuz tek lütuf, Allah’ın bizi koruyacağı lütfudur. Kimse bizi koruyamıyorsa dahi, onun elinde korunuyoruz. Öldüğümüzde de O’na gidiyoruz ve orada güvendeyiz.
Katliamların ortasında bile bizi ayakta tutan, Allah’a şükretmemizi sağlayan bir inancımız var. Biz Filistinliler, dünyadaki herkes için mücadele ediyoruz. Karşımızda yayılmacı ve sömürgeci vizyona sahip faşist bir rejim var. Kendilerinin seçilmiş kişiler olduğunu ve insanları öldürme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Oysa Yahudilik İsrail hükûmetinin yaptıklarında gördüğümüz şey
değil. Yahudilik insanları bombalamak değil, bir ilah adına yıkım ve cinayet işlemek değil. Karşımızdaki beyaz üstünlükçü rejim ise Yahudiliği tekeline almaya çalışıyor.
Filistin’de hâlâ ayakta duran Hristiyan ve Müslümanlar var. Hristiyan kardeşlerimiz de katlediliyor. Onlar da kiliselerini, kutsal toprakları korumak için ayakta duruyorlar. Çünkü burası Hristiyanlar için de kutsal toprak; Hz. İsa’nın doğduğu, yaşadığı yer.
Terapi çalışmalarına geri dönecek olursak: Bu kadar büyük acıları deneyimlemiş insanlarla terapi yapılırken nelere dikkat edilmeli?
Dikkat edilmesi gereken bunun kolektif bir travma olduğu gerçeği. Filistin’de bir soykırım var; bu bireyselleştirilmiş bir travma vakası değil. Özgürleşme travmayı iyileştirmenin, bizim için yas tutmanın ilk yoludur. Filistinlilerin travması vücutlarında yaşanıyor, işgal ilk etapta onların bedenlerine saldırıyor. Bu nedenle iyileşmenin de vücutta gerçekleşmesi gerekiyor.
İnancın insanların dayanıklılığında çok büyük bir rol oynadığını anlamak önemli. Batılı bir modelde insanların travmasını tedavi etmeye ve kişiyi travma hakkında konuşturmaya çalışırsanız, insanlar yeniden travmatize olacak ve acının her anını yeniden yaşayacaklar; böylece onlara yardım etmemiş olacaksınız. Bu yüzden Filistinlilerin travmasına müdahalelerin somutlaştırılmış, özellikle de somatik müdahaleler olması gerekiyor. Böylece insanlar yaşadıklarını sözlü olarak ifade etmek zorunda kalmadan vücutlarında sıkışıp kalmış ve donmuş enerjiyi bedenlerinden serbest bırakabilirler.
Bu sürecin nazik, sevgi dolu ve merhametli olması gerek. Filistinlilere yönelik terapi, bizim kendi kültürümüze, inancımıza, geldiğimiz yere, müziğimize saygılı; sahip olduğumuz gücü anlamaya ve bizi güçlendiren araçları kullanmaya karşı büyük bir alçakgönüllülük göstermeli. Bize yardımcı olan kişi, bizim için faydalı olduğunu bildiğimiz yöntemleri kullanmalı. Yabancı terapistlere her zaman şunu söylüyorum: “Yanınızda süreci yönlendiren bir Filistinli yoksa hiçbir Filistinliyle çalışmayın.”
“Sesimi, Filistin’deki Protestolarda Tezahürat Yapmak İçin Kullandım”
Siz geçirdiğiniz ağır bir ameliyattan sonraki bedensel ve ruhsal iyileşme sürecinde semayı keşfettiniz. Bahsettiğiniz somatik müdahalelerden biri de sema mı?
Öğrenme ve müzik bizim direncimizin ve dayanıklılığımızın bir parçası. Sesimi hayatım boyunca tezahürat yapmak için kullandım. Müzik ise beynin kimyasını değiştirme yöntemimiz. Şarkı söylediğinizde ya da bir müzik duyduğunuzda tüm vücut elektriğiniz değişir. Bu yüzden üzgün olduğunuzda bir şey dinlersiniz ve bu tüm ruh hâlinizi etkiler. Tıpkı bunun gibi, direniş şarkılarımız da bize güç verir. Hareket ve müzik gibi araçlarla kendinize, size yapılandan bağımsızlaşma izni verirsiniz. İnsanlar travmayı silkelenerek, dans ederek uzaklaştırırlar. Dans ve hareket, bizi iyileştiren, daha dirençli, inançlarımıza bağlı ve kararlı kılan çok özel bir güce sahip.
İşgal ve savaş tarihine yakından tanıklık etmiş birisiniz. Filistinlilerin geleceğine baktığınızda ne görüyorsunuz?
Geleceğe dair öngörüm, İsrail hükûmetinin mevcut baskı politikalarının sona ermesi. Karşımda özgürleşmiş bir Filistin görüyorum. Aynı zamanda dünyadaki ikiyüzlülüğün, hiyerarşinin, beyaz üstünlüğünün ve kötülüğün iktidarının sonunu görüyorum. Tüm inançlarda, zamanın sonuyla ilgili hikâyeler vardır. Dünyada gerçekleşen pek çok şey bize kötülüğün sonunda ve yeni bir dönemin başlangıcında olduğumuzu gösteriyor. Yaşamaya değer bir dünyayı çocuklarımıza miras bırakacağız. Umarım sınırlar ve insanların nereye gidip nerede duracağını belirleyen kontrol noktaları olmadan özgürleşmiş bir Filistin’de tüm insanlarla buluşabiliriz.