Filistin için bütün yolları denemek: Yaser Arafat

Selman Sami, Arafat'ın biyografisine odaklandığı yazısında bugünkü El-Fetih ile kuruluş yıllarındaki örgüt arasındaki farkları gözler önüne sürüyor. Oslo gibi problemli süreçlerin içinde yer almış olsa da Arafat, Filistin için bütün yolları denemişti...

Selman Sami Yasin / Mecra

Kefiyeli feniks: Yaser Arafat

İstanbul Polis Akademisi mezunu genç Filistinli Abdurrauf, hayatının sonuna kadar bir hatıra olarak taşıyacağı kurşun ile I. Dünya Savaşı’ndan dönmüş ve Gazze’deki tüm mal varlığını satarak ticarete atılmaya karar vermişti. Kudüs’ün saygın ailelerinden birine mensup olan eşi Zahva Ebu Suud ile 17 yaşında evlenen Abdurauf, ticaret fikrine iyiden iyiye kendisini kaptırdıktan sonra beş çocuğuyla Kahire’nin yolunu tuttu. Kahire’de oldukça mütevazı bir hayat süren aileye altıncı çocuk müjdesi verilmişti. Takvimler 24 Ağustos 1929’u gösterdiğinde baba, hiç de beklemediği bir haber alacaktı. Doğmasına henüz iki ay olan altıncı çocuğu, yedi aylık prematüre bir bebek olarak Kahire’nin tozlu havasını içine çekerek dünyaya gelmişti.

Muhammed Abdurrahman'ın küçüklük yılları.

Erken doğmasına rağmen oldukça sağlıklı olan bebeğe Muhammed Abdurrahman adı verilse de tüm dünya onu büyük dedesinin adı olan “Arafat” ismiyle tanıyacaktı.

Yaser Arafat'ın çocukluk yılları (sağda).

Küçük Arafat, henüz dört yaşına girdiğinde aile bir ölüm haber ile sarsıldı. Anne Zahva, ailenin en son üyesi Fethi’yi dünyaya getirdikten dört ay sonra rahatsızlanarak 1933’te vefat etti. Babanın omuzlarına binen yükü hafifletmek isteyen dayı Salim Ebu Suud, Arafat ile küçük kardeşi Fethi’nin bakımını üstlenmek istemişti. Kudüs’te müezzinlik yapan ve hiç çocuğu olmayan dayı Salim, kız kardeşinin bu iki emanetini kendi gözünden dahi sakınıyordu. Arafat bu vesile ile çocukluğunun erken dönemlerini Kudüs’ün tarihî sokaklarında, caminin avlusunda ve Ağlama Duvarı’nın dibinde oyunlar oynayarak geçirme fırsatı bulmuştu.

Arafat’ın Kudüs’te yaşamaya başlamasından üç sene sonra, tarihe “1936-39 Arap Ayaklanmaları” veya “Büyük Ayaklanma” ismiyle geçecek olan Arap isyanı patlak verdi. İngilizlerin manda idaresine karşı başlatılan bu isyanlarda İngiliz ve Yahudilerden yüzlerce kişi ölürken Arapların kayıpları ise binlerle ifade ediliyordu. Küçük yaşlarında başkaldırıya şahit olan Arafat, olayların şiddetlenmesinden sonra küçük kardeşi Fethi ile doğduğu topraklar olan Kahire’nin yolunu tuttu zira dayıları Kudüs’te yaşanan olaylar neticesinde bu iki küçük çocuğun gözleri önünde kelepçelenerek tutuklanmıştı. Kahire’ye dönüşüyle birlikte artık ailesinin diğer fertleri ile bir arada olmaya başladı.

Kardeşlerinin içerisinde Fethi ve kendisinden on iki yaş büyük olan ablası İnam ile aralarında kuvvetli bir sevgi bağı vardı. Ablası İnam’ı annesi gibi seven Arafat, yıllar sonra el-Fetih’deki arkadaşları ile beraber ona “Müminlerin annesi” lakabını verecekti. Zira İnam, hareketin üyelerini evinde saklamış, evini hareketin bir karargâhı gibi kullanarak örgüte büyük katkılarda bulunmuştu. Öyle ki Arafat, Filistin yönetiminde herhangi bir görevde bulunmamış olan ablası için resmî cenaze töreni düzenlenmesini emrederek gözyaşları içerisinde onu son yolculuğuna uğurladı.

Arafat, ablası İnam'la birlikte Cezayir'de, 23 Nisan 1987.

Tarihler 1939’u gösterdiğinde ise II. Dünya Savaşı patlak vermişti. Bu sıralarda on yaşında olan Arafat, savaşın Kuzey Afrika’ya sıçramasıyla yeni meraklar edinmeye başladı. Gündemden haberdar olan küçük Arafat, haritalar ve silahlar ile de ilk bu dönemde tanıştı. Kahire’deki bombardımanın sıradan bir hal aldığı vakitlerde Arafat ve arkadaşlarının da oyun anlayışı oldukça değişmişti. Kartondan uçaklar, gemiler ve zırhlı araçlar yapan çocuklar ordu kurarak bir nevi askerî eğitim oyunu oynuyorlardı. Arafat ise elinde bir ağaç dalıyla bu eğitimi idare eden kişiydi.

Arafat’ın askerliğe olan ilgisine verilecek en çarpıcı örnek ise çok sevdiği Mişmiş (kayısı) adlı kedisi öldüğünde düzenlediği askerî cenaze törenidir.

O, ölen kedisini bir kumaşa sararak hazırladığı karton kutunun içine yerleştirmişti. Mahalledeki arkadaşlarının oluşturduğu kortej eşliğinde cansız bedeni taşınan kedi, on iki yaşındaki küçük Arafat’ın bir konuşma yapmasının ardından defnedilmişti.

Arafat’ın saf ve temiz duygularla başlayan ilk platonik aşk macerası da bu dönemde yaşanacaktı. Hemen evlerinin yanında oturan okul arkadaşı Nadia, Arafat’ı etkilemeyi başarmıştır. Haftada bir, belki de iki kez Nadia ile okulda sohbet etme imkânı bulan Arafat, bir türlü Nadia’ya açılma cesaretini gösterememişti. Ortaokulun bitmesi ve Arafat’ın siyasetle ilgilenmeye başlamasıyla bu platonik aşk defteri de bir daha açılmamak üzere kapanacaktı.

1948 senesine gelindiğinde Arafat artık bir üniversite öğrencisidir. Kahire’deki I. Fuad Üniversitesi’nde (Daha sonra Kahire Üniversitesi adını alacaktır) inşaat mühendisliği bölümünde okumaktadır. Henüz birinci sınıfta bulunan Arafat, Filistin’deki gelişmeleri oldukça yakından takip ediyordu. Zira aynı senelerde Tel Aviv’de bulunan Yahudi Milli Konseyi resmî olarak İsrail Devleti’ni ilân etmiş, Filistinlilere karşı planlı ve sistematik bir etnik temizlik başlatmıştı. Arafat’ın fiili olarak mücadeleye başlaması, Abdulkadir el-Hüseyni’nin kurduğu Kutsal Cihad Ordusu’nun kamplarında askerî eğitim gören arkadaşı Hamid Ebu Sitta vesilesiyle olacaktı. Hamid’in çağrısına olumlu dönüş yapan Arafat, Müslüman Kardeşler üyesi bir subayla Gazze’ye illegal yollardan silah sevkiyatında bulundu. Bir süre Müslüman Kardeşler’in düzensiz güçleri içerisinde faaliyetlerine devam eden Arafat, daha sonra Kutsal Cihat Ordusu’na katılarak istihbarat görevlisi oldu. Bu dönem içerisinde şahit olduğu olaylar Arafat’ı tamamen değiştirmişti. Zira İsrail’e karşı başarısız operasyonlar yapılmış ve İsrail’e savaş açan Arap Birliği hezimete uğramıştı.

Yesar Arafat'ın gençlik yılları.

Kahire’ye dönen Arafat, siyasî faaliyetlerini üniversite içerisinde genişletmeye başladı. Üniversitede bulunan Mısırlı Öğrenciler Birliği ile Filistinli Öğrenciler Birliği’ne aynı anda üye oldu. İki birliğe de üye olmak pek alışıldık bir olay değildi. Zira Mısırlı Öğrenciler Birliği, Filistinlilerin üyeliğine kapalıydı. Ancak Mısırlı öğrencilerin 1948 yenilgisinin nedenlerini düzeltmeye çalışması, Mısır’ı batının kontrol ve vesayetinden kurtarma çağrısı Filistin’in istekleriyle bağdaşıyordu. Arafat’ın Filistin’den ziyade Arap dünyasının içerisinde bulunduğu durumdan duyduğu derin rahatsızlık, iki öğrenci birliğine de üye olmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmıştı. Mısır’da eğitimine devam ettiği sırada Süveyş Kanalı boyunca yerleşmiş olan İngilizler ile Mısır gerillaları arasında şiddetlenen çatışma Arafat’ı bölgeye çekecekti. Nekbe’nin başlıca suçlusunun İngiltere olduğunu düşünen Arafat, bu durumu bir fırsat bilerek Müslüman Kardeşler saflarında gönüllü olarak savaşmaya başladı. Dönem içerisinde üniversitedeki faaliyetlerine de devam etmekteydi. Okuldaki birçok farklı ideolojideki örgütün oylarını alarak Üniversite Öğrencileri Derneği Başkanı seçildi. O, başkanlık görevini okuldan mezun olacağı 1956 senesine kadar devam ettirmeyi başarmıştı. Diğer yandan askerî faaliyetlerine de hız kesmeden devam ediyordu. Farklı zaman dilimlerinde askerî eğitim kamplarına katılmış, üniversitede öğrenciyken yedek subay rütbesi dahi almıştı.

Cemal Abdunnasır, Suudi Arabistan Kralı Faysal ve Yaser Arafat bir arada.

1952 senesinde ise hem Arafat’ın ailesi hem de Arap dünyasını etkileyecek bir olay yaşanacaktı. Mısır’da Cemal Abdünnâsır liderliğinde bir grup asker, “Hür Subaylar Hareketi” adı altında örgütlenerek Kral Faruk’u devirdi. Mısır’da esen değişim rüzgarı, Arafat başta olmak üzere üniversite öğrencileri tarafından oldukça olumlu karşılanmıştı. Üniversitenin Öğrenci Derneği Başkanı olan Arafat, devrim konseyi tarafından cumhurbaşkanı seçilen General Muhammed Necib ile Başkanlık Sarayı’nda bir araya gelerek sadakatini belirtti. Arafat’ın bir siyasî lider ile yan yana poz vereceği ilk fotoğrafta bu görüşmeden sonra çekilecekti.

1952 devrimi her ne kadar Arafat ve Filistinliler için olumlu bir gelişme olarak karşılansa da Arafat’ın babası Abdurrauf için durum tam tersiydi. Zira darbe sonrası Abdurrauf’un Kahire’deki tüm taşınmaz mallarına el konulmuştu. Yasal yollarla sürdürdüğü mücadelesini de kaybeden baba, kırgın bir vaziyette Gazze’ye dönmek zorunda kaldı. Abdurrauf, darbeden yaklaşık iki sene sonra Gazze’de üzgün bir adam olarak vefat etmişti. Bu ölüm, Arafat’ın üniversitedeki sınav dönemine denk gelmesi sebebiyle kendisinden gizlenmişti. Zira aile ölüm haberinin onun eğitimini olumsuz yönde etkileyeceğini düşünmekteydi. Böylece Arafat, babasına karşı son görevini yerine getirememişti.

Beyaz kefiyeli genç Arafat.

Arafat ve yeni Mısır hükümeti arasındaki iyi ilişkiler 1954 yılında sekteye uğrayacaktı. Nasır ile İhvan arasında artan gerilim had safhaya ulaşmıştı. Aynı senenin Ekim ayında Nasır’a İskenderiye’de konuşma yaparken suikast girişiminde bulunulması Müslüman Kardeşler’e yönelik büyük bir tutuklanma dalgasını başlattı. Arafat da Nasır’ın gazabından payına düşeni alarak ilk tutuklanmasını bu dönemde yaşadı. Yalnızca iki ay süren hapis hayatından sonra tekrar özgürlüğüne kavuşan Arafat, Nasır’a düşmanlık yapmak yerine ortak bir zemin bulmak istiyordu. Zira Nasır’ın Arap milliyetçiliğini kabulü, aynı zamanda İsrail’e karşı militan bir duruş demekti. Bu da Nasır’ın Filistinli paramiliter grupları desteklemesi manasına geliyordu. Gazze şeridini kontrol altında bulunduran Mısır, bu gruplar aracılığıyla İsrail’e karşı saldırılarını sürdürmekteydi.

1956 yılının Ağustos ayında Arafat, beraberinde Ebu İyad ve Züheyr el-Alami eşliğinde ilk yurtdışı seyahatine çıkmıştı. Uluslararası Öğrenci Kongresi’ne katılmak için Prag’da bulunuyorlardı. Daha sonraları alametifarikası olacak kefiyesini ilk kez bu toplantı esnasında kullandı. Her ne kadar Arafat denilince akla gelen siyah beyaz kareli türden olmasa da bu beyaz kefiye dikkatleri çekmeyi başarmıştı.

  • Katılımcılar nazarında Arafat’ın kullandığı kefiye, yöresel bir kıyafetmiş gibi gözükse de durum bundan oldukça farklıydı. Kefiye, 1936-1939 senelerinde İngiliz mandasına karşı ayaklanan Filistinli savaşçıların simgesi olmuştu. Arafat’ın konferans esnasında kefiyeyi kafasına geçirmesinin asıl sebebi de tam olarak buydu.

İktidara geldiği günden itibaren askerî yönden güçlenmeye ve İsrail’e karşı üstün olma politikasına önem veren Nasır, Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırarak dünyadaki dengeleri sarsacaktı. Nasır’la hesaplaşma vaktinin geldiğinin düşünen Fransa, İngiltere ve İsrail bir koalisyon kurarak II. Arap-İsrail Savaşı'nı başlatmıştı. Takvimler 28 Ekim 1956’yı gösterdiğinde Arafat, kendisini Mısır ordusunda bulacaktı. Yedek teğmen olarak istihkâm ünitesinde vazife almıştı. Böylece askerî kamplarda öğrendiklerini de uygulama fırsatı buldu. Savaşın sonunda üç Avrupa devletinin yenilgisi ve Arap dünyasında milliyetçi damarın kabarması, Arafat’ı artık savaşçı bir Filistin örgütü kurma fikrini iyiden iyiye uygulamaya geçirmeye teşvik etmişti.

El Fetih örgütünün üçlü yöneticisi: Yaser Arafat (sağda), Ebu Cihad (ortada) ve Ebu İyad (solda).

Arafat’ın ve yakın arkadaşlarının sürekli Nasır’ın kontrolü altında olmaları can sıkıcı bir hal almıştı. Zira Kahire’deki faaliyetleri belli derecede bir siyasî gündem oluşturmuştu. Yeni bir merkez arayan ekip yönünü ilk olarak Suudi Arabistan’a çevirdi. 1957 yılında Suudi Arabistan’a yapılan vize başvurusu bürokratik işlemlerin uzun sürmesinden dolayı Arafat tarafından iptal edildi. Çoğu Arap ülkesinin nazarında tehlikeli radikaller olarak görünen Arafat ve arkadaşları için tek seçenek olarak Kuveyt kalmıştı. Çok geçmeden Arafat, Kuveyt Bayındırlık Bakanlığı’nda mühendis olarak çalışmayı kabul ederek vize almayı başarmıştı. Hayatını başka bir safhaya taşıyacak ülke olan Kuveyt’e taşındıktan kısa süre sonra arkadaşı Ebu İyad’a bir öğretmenlik işi bularak vize almasını sağladı. Gazze’de tanıştığı bir diğer arkadaşı olan Ebu Cihad’a da aynı şekilde öğretmenlik işi bulan Arafat, kuracağı örgütün yönetimindeki zirve isimleri de artık yanında bulunduruyordu.

Arafat, Kuveyt’e taşındıktan sonra maddi durumunu önemli ölçüde düzeltmeyi başarabilmişti. Cehennemi andıran sıcaklığından dolayı memurlar sadece yarım gün çalışıyorlardı ve onlardan biri de Arafat'tı. Memuriyetten kalan boş vaktini iyi değerlendirerek gayriresmî olarak bir müteahhitlik firması ile yaptığı ortaklıkla binlerce dolar kazanmaya başladı. Haziran 1997’de CNN’den Larry King’e verdiği bir röportajda

Ben hiç maaş almadım. (el-Fetih’den maaş almayı kastederek) Hâlâ Kuveyt’te kazandığım parayı kullanıyorum diyecekti.

Yasser Arafat'ın 15 Eylül 1992'de CNN'de Larry King'e verdiği röportaj.

İşgal altındaki topraklar üzerinde tüfek tutan iki yumruğu, arada bir el bombası ile tasvir eden el-Fetih amblemi.

Siyaset yolundaki yürüyüşünü hızlandıran Arafat, 10 Ekim 1959’da bir apartman dairesinde az sayıdaki Filistinliler eşliğinde el-Fetih’i kurmuştu. Ancak örgütün isimlendirilmesinde bir problem vardı. Arapça “Hareket Tahrir el-Filistin” olarak isimlendirilen örgütün kısaltması, ölüm manasına gelen “ha-te-fe” harflerinden oluşuyordu. Duruma müdahale eden Arafat, devrimin insanları ölüm yerine zafere götürdüğünü ifade ettikten sonra harfleri ters çevirmeyi teklif etti. Teklifin kabul edilmesiyle kurulan örgüt, el-Fetih olarak zihinlere kazınacaktı.

İlk nüveleri toprağa atılan örgütün filizlenmesi gerekmekteydi. Bunun farkında olan Arafat ve ekibi, kurulan örgütün halk tarafından bilinmesi maksadıyla bir dergi çıkartmaya karar vermişti. Hızlıca işe koyulan ekip, Ekim ayında "Filistinuna Nida el-Hayat" dergisini çıkarttı. Tamamı imzasız yazılardan oluşan derginin editörlüğünü, yazı yazmada diğer arkadaşlarına nazaran oldukça yetenekli olan Ebu Cihad üstlenmişti. Fakat onun gerisindeki dinamo, projeyi teklif eden ve grubu harekete geçiren Arafat idi. Dergi aylık olarak Beyrut’ta yayına hazır hale getirilip Gazze, Mısır, Ürdün, Irak ve Suriye’deki Filistin cemaatleri arasında gizlice dağıtılırken körfezdeki prenslikler başta olmak üzere Lübnan ve Cezayir’de yasal bir şekilde okuyucuyla buluşuyordu. Gizliliğe oldukça önem verilen dergide tek iletişim adresi ise Beyrut’taki 1684 numaralı posta kutusuydu. El-Fetih’e gelen destek mesajları, makaleler ve harekete üye olma talepleri bu şekilde toplanmaktaydı.

  • Siyaset sahnesine yeni çıkan el-Fetih, Arap kavgalarına karışmama ve finansal yardımda bulunanlara politik olarak bağlanmama gibi iki önemli stratejik karar almıştı.

 

1 Şubat 1958'de Suriye Cumhurbaşkanı Şükrü el-Kuvvetli ve Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abunnasır, iki devletin siyasî birliğini oluşturan Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin kuruluş imzasını atıyor.

Zira Arap dünyasının liderliğini üstlenme konusunda dönemin liderleri tarafından kıyasıya bir mücadele vardı. Ancak alınan bu kararların ömrü çok da uzun olmadı. 1961 senesinde Suriye’nin ve Nasır yönetimindeki Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılıp tekrardan bağımsız ülkelere dönüşmesi, Filistin’in kurtuluşunu Arap Birliği’nde görenler için büyük bir hezimet olmuştu. Nasır’ın karizmasını da sarsan bu olaydan sonra el-Fetih’in temsilcileri, Suriye’ye bir seyahat düzenleme kararı aldı. Suriye ordusunda subay olarak görev alan Ahmed Cibril ile iletişime geçen Arafat, kıyıda köşede duran örgütünü iyice güçlendirecek bir fırsat bulmuştu. İsrail’in Filistinliler ile Suriyelilerin ortak düşmanı olması hasebiyle Suriye, Filistinli gerilla gruplarını desteklemeliydi ve bu gruplardan biri de Ahmed Cibril tarafından komuta edilmekteydi. Kısa süre içerisinde Suriye’deki gerillaların lideri olan Arafat, Filistinlilerden oluşan bir askerî güç kurmak için düğmeye bastı. Artık mülteci kamplarındaki Filistinliler büyük kalabalıklar halinde el-Fetih’e katılıyorlardı.

Filistin Kurtuluş Örgütü'nün logosu.

Yaklaşık bir sene sonra Ortadoğu’nun Akdeniz kıyılarından zafer nidaları yükselecekti. Fransızları ülkeden çıkarmayı başaran Cezayir bağımsızlığını ilân etmişti. Ülkenin ilk devlet başkanı olan Ahmed Ben Bella ise Ebu Cihad’ın yakın arkadaşıydı. Kahire’deki sürgün yıllarında tanışan ikilinin arkadaşlığı zamanla dostluğa dönüşmüştü. Hiç şüphesiz el-Fetih, bu dostluktan yaralanarak örgüt üyelerinden bir kısmının eğitimi için Cezayir’i üs olarak kullandı. Böylece el-Fetih ilk siyasî bürolarını Suriye ve Cezayir gibi iki önemli Arap ülkesinde açmayı başardı.

Takvimler 1964’ü gösterdiğinde İsrail’in Negev Çölü’nü sulamak için Ürdün Nehri’nin sularını kesmeye yönelik hamlesi Arap liderlerini bir araya getirdi. Kahire’de toplanan liderler, ilk Arap Zirvesi Konferansı’nı düzenlemişlerdi. İsrail’e karşı askerî hamle yapmaya isteksiz olan liderler, sorumluluğu üstlerinden atmanın bir yolunu bulmuşlardı. Daha önceleri uluslararası organizasyonlarda Suriye ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri temsil eden Filistinli Ahmed Şukayri adındaki bir diplomat ile kontak kurularak yeni bir örgüt kurulması sağlanacaktı.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) adını alan bu yapı, Mayıs 1964’te Kudüs National Otel’de bir toplantı düzenleyerek kendisini uluslararası alanda Filistin halkının temsilcisi tayin etti. FKÖ, el-Fetih’in ortaya çıkmasına zemin hazırlayan sorunları artık resmileştirmişti.

Gelişmeleri yakından takip eden Arafat, Kudüs’teki toplantıya katılmasa da Ebu Cihad önderliğinde bir grup el-Fetih mensubunu toplantıya gönderdi. Toplantı esnasında yürütülen hiçbir faaliyete katılmayan grup, sadece gözlemci olarak hareket etmişti.

  • Arafat’ın önünde iki seçenek vardı; ya FKÖ’ye katılıp bağımsızlığından vazgeçmek ya da el-Fetih’i feshedip ortadan kaybolmak. FKÖ’nün kendisi için hasım olduğuna inanan Arafat, İsrail’e karşı sert politikalarına muhalefet olan herkesi saf dışı bırakmak istemekteydi. Öteden beri savunduğu silahlı mücadele fikri, el-Fetih içerisindeki bazı arkadaşları tarafından reddediliyordu. İki toplantı neticesinde silahlı mücadeleyi başlatma hususunda azınlıkta kalan Arafat, üçüncü toplantıda istediğini almayı başaracaktı.

1964 senesinin son günü olan 31 Aralık’ta örgüt, fırtına manasına gelen “el-Asıfe” başlığıyla bir bildiri yayınlayarak İsrail’e karşı ilk askerî operasyonu düzenlendiğini ilân etti. Ancak Arafat’ın bu ilk hamlesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Sızma eylemini yapacak olan dört el-Fetih mensubu, Lübnan askerleri tarafından yaka paça gözaltına alındı. Operasyon henüz neticelenmeden bildirilerin dağıtılmasından dolayı ertesi günün gazeteleri “işgal edilmiş topraklarda düşmana karşı eyleme geçiş” başlığında yazılar yayınlamışlardı. Operasyon, her ne kadar başarısız olsa da Filistinliler tarafından sevinçle karşılandı. Zira artık düşmana karşı silahlı eyleme geçen birilerinin varlığından söz edilebilmekteydi. İsrail’e karşı başarısız ve kısmen başarılı operasyonlar 31 Aralık gününden itibaren devam edecekti. El-Fetih üyeleri, gizlilik içerisinde eylemlerinde devam ederken Arafat, güvenebileceği bir destek bulmak istiyordu. Hiç şüphesiz aklına gelen ilk isim Mısır’ın lideri Nasır oldu. Ancak Nasır, Arafat ile görüşmeyi reddetmişti. Bunu üzerine Arafat yüzünü Suriye’ye çevirdi.

1967 yılının haziran ayında Ortadoğu’da İsrail ve Arap ülkeleri, üçüncü kez karşı karşıya gelecekti. Mısır, Suriye, Ürdün, Irak, Kuveyt ve FKÖ’ye bağlı ordulardan müteşekkil kuvvetler İsrail tarafından sadece altı gün içerisinde yenilgiye uğratılmışlardı.

İsrail ordusu, 6 Gün Savaşları'yla birlikte soluğu eski şehrin surları içinde ve Mescid-i Aksâ’da almıştı.

Batı Şeria, Gazze ve Sina Yarımadası’nın tamamı, Golan Tepeleri’nin de stratejik bölgeleri İsrail tarafından ele geçirildi. Bu bölgeler, coğrafi olarak savaşın başlangıcındaki İsrail topraklarının dört katı büyüklüğündeydi.

Savaşın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine Batı Şeria'da ayrılmaya çalışan Filistinliler.

Savaşın yarattığı politik boşluğu doldurmak isteyen Arafat harekete geçmişti. FKÖ’nün de Arap ordularıyla beraber bu savaşta mağlup olması el-Fetih’i bu savaşın ikinci galibi yaptı. Arafat, zaman içerisinde Filistin direnişinin simgesi haline dönüşecekti. 21 Haziran’da Arafat’ın gizlice Batı Şeria’ya geçmesiyle pek az kimsenin bildiği gizemli bir kişinin şehirde olduğuna dair fısıltılar heyecan vericiydi. Batı Şeria’da birçok toplantı yapan Arafat, İsrail muhbirlerinden gizlenmek için hızlıca hareket ederek sürekli yer değiştirmekteydi. Hatta bir keresinde Nablus’ta bulunduğu sırada yaşlı bir kadın kılığına girerek İsrail muhbirlerinden kurtulmayı başarmıştı.

İşgal edilmiş topraklarda İsrailliler ile yer kapmaca oynayan Arafat, artık yer altından çıkmaya karar vermişti. El-Fetih ilk kez mensuplardan birinin adını kamuya açıklayacaktı ve o isim Arafat’tı. 14 Nisan 1968 tarihinde yayınlanacak olan bildiride şu ifadeler kullanılmıştı:

Kudüslü Yaser Arafat; bekar, otuz sekiz yaşında, inşaat mühendisliği mezunu, Kahire’de bir kolejde askerî eğitim gördü. El-Fetih’in resmî sözcüsü olarak atandı. Tüm resmî örgütlenme, finans ve haberleşme konularında el-Fetih’in temsilcisidir.

Aralık 1968 tarihli Time dergisinin kapağında Arafat yer almıştı.

Diğer yandan aynı tarihlerde FKÖ’de Şukari dönemi sona ermişti. Zira 1967 Savaşı’nda alınan ezici mağlubiyet, Şukari’nin başkanlık koltuğunda oturmaya daha fazla müsaade etmemekteydi. Gerek Araplar içerisinde gerekse de uluslararası arenada itibarı artan Arafat, FKÖ’nün beklenen lideri konumundaydı. Öyle ki Time dergisi kapağını “yılın adamı” unvanıyla Arafat’a ayırmıştı. Şubat 1969’da tek aday olan Arafat, artık FKÖ’nün Yürütme Komitesi Başkanı’ydı. FKÖ’nün yeni lideri, İsrail’e karşı yeni müttefikler aramak maksadıyla yurt dışı ziyaretlerine sıklık verdi. Rabat’ta düzenlenen 5. Arap Zirvesi’nde Fas kralı tarafından bir devlet başkanı gibi karşılanan Arafat, bu zirve sonucunda Arap ülkelerinin hepsinin desteğini sözde kalsa da alabilmişti. Zira Ebu Cihad’ın dediği gibi sözlerden gümrük vergisi alınmıyordu. Diğer yandan Çin, Vietnam ve diğer üçüncü dünya ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler cesaret vericiydi. Ancak Arafat’ın desteğini almayı umduğu en büyük müttefiki, hiç şüphesiz Moskova’ydı. Filistinlilerin bağımsızlık hakkını açıkça savunan Moskova, Arafat’a açıktan destek verme yolunu tercih etmedi.

1970'in sonlarına doğru Filistinli gruplar ve Ürdün güvenlik güçleri arasında yaşanan çatışmalar şehirleri etkisi altına almıştı.

Her ne kadar Arafat FKÖ için siyasî müttefikler arasa da Ürdün’de işler yolunda gitmiyordu. Birçok silahlı örgütü çatısı altında toplayan FKÖ, Ürdün içerisinde adeta ufak bir Filistin devletini andırıyordu. Bu devletin lideri ise tabii ki Arafat’tı. Cadı kazanına dönen Ürdün’de 1968 ortalarıyla 1969 sonlarında Filistinli silahlı gruplar ile Ürdün silahlı kuvvetleri arasında beş yüze yakın çatışma yaşanmıştı. Yerel mahkemesini kuran, Ürdünlüleri silah altına alan ve şehirde askerî kıyafetlerle dolaşan Filistinler, Kral Hüseyin’i oldukça rahatsız ediyordu. Kral Hüseyin, durumu düzeltmek maksadıyla FKÖ’den bazı taleplerde bulunmuş ancak ret cevabı almıştı. Arafat’ın Moskova’da olmasından faydalanmak isteyen Kral Hüseyin, on bir maddelik bir kanunname çıkartarak FKÖ’nün faaliyet alanını sınırladı. Ürdün’de gerilim git gide artmaktaydı. Daha sonra Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) tarafından art arda uçakların kaçırılması iyiden iyiye bir felaketin habercisi oldu. Kartopu gibi büyüyen bir felaket, Filistin ve Ürdünlülerin üzerinden geçmek üzereydi. Bardağı taşıran son damla ise Arafat’ın örgütün radyosunda yaptığı açıklamaolmuştu: o, Ürdün’deki monarşinin devrilmesini istiyordu. Çok geçmeden Amman caddelerinde kanlı çatışmalar başladı. Her iki tarafta da kayda değer bir ilerleme yoktu. İsrail ise Kral Hüseyin’e yardım maksadıyla alarma geçmişti. Diğer yandan ABD, deniz birliklerinin Doğu Akdeniz’de toplandığını ilân etti. Temmuz 1971’de Ürdün kuvvetleri iyi örgütlenmiş bir vaziyette topyekün Filistinliler üzerine saldırmıştı. İsrail-Suriye sınırına doğru sürüklenen Filistinliler oldukça ağır kayıplar verecekti. Öyle ki Arafat bunu soykırım olarak nitelendiriyordu. Köşeye sıkışan Arafat’ın yapacak tek bir hamlesi vardı, o da Ürdün’ü terk etmek. 1971’e kadar Ürdünlüler ile Filistinliler arasında yaşanan bu çatışmalar, tarih kitaplarında Kara Eylül ismiyle yer alacaktı.

  • Kara Eylül’ün ardından Filistinliler tarafından dünya genelinde yapılan kanlı eylemler döneme damgasını vurdu. Bu eylemlerin bazıları Arafat’ın bilgisi dışında da yapılmaktaydı. Ancak diğer yandan Arafat, barışı istediğine dair söylemlerde bulunmayı da ihmal etmiyordu. Son üç senede yaşanan olaylar, Batı Şeria ve Gazze’yi de içine alan bir Filistin devletinin varlığının gerekliliğine dair sessiz konuşmalar yapılmasına olanak sağlamıştı.

Arafat, BM'deki hafızalara kazınacak tarihî konuşmasını yaparken.

1974 yılının Ekim ayında Rabat’ta düzenlenen Arap Zirvesi’nde FKÖ, Filistin halkının “meşru” tek temsilcisi olarak tanınacaktı. Bu karar, Arafat’ın şimdiye kadar ki en büyük başarılarından biri olmuştu. Zira yaklaşık bir ay sonra BM’den Arafat’a bir davet mektubu geldi. 22 Kasım’da Genel Kurul’a hitap etmek için kürsüye alkış tufanı eşliğinde giden Arafat, hafızalara kazınacak şu sözleri söyleyecekti:

Bir elimde zeytin dalı, bir elimde özgürlük savaşçısının silahı. O zeytin dalının elimden kayıp gitmesine müsaade etmeyin.

Genel Kurul dönüşü Arafat, Beyrut’a dönmüştü. O dönemde Filistinliler Lübnan nüfusunun yaklaşık %35’ini oluşturmaktaydı. Ürdün yenilgisinin ardından Lübnan, Arafat’ın yeniden toparlanması için biçilmiş kaftandı. Zira mülteci kamplarında on binlerce mülteci Filistinli hatırı sayılır bir askerî personel demekti. Her ne kadar Arafat, Beyrut’ta kendini evindeymiş gibi hissetse de on yedi dinî mezhebin hassas bir şekilde dengelendiği ülkede kendisi bir yabancı olarak görülmekteydi. Politik ve askerî mevkileri ellerinde bulunduran Hristiyanlar, güç dengesinin bozulmasından korkmaktaydılar. 1975’e gelindiğinde Hristiyan milis güçlerinin liderleri, ülkedeki Filistinli varlığına son vermek maksadıyla CIA ve İsrail ile temasa geçmişlerdi. 13 Mart gününde harekete geçen milisler, Filistinlileri taşıyan bir otobüsü basarak 28 kişiyi vahşice katlettiler. Atılan bu kıvılcım kısa süre içerisinde Lübnan’ı alevler içinde bırakacaktı. Lübnan’daki karışık ortamdan faydalanmak isteyen İsrail, çok geçmeden FKÖ üzerine yoğun saldırılar başlattı. Arafat, İsrail’in saldırılarına misillemede bulunsa da sonuç pek değişmeyecekti. Şiddetli bir savaşın ardından Beyrut’u terk etmek zorunda kalan Arafat, Yunanistan’ın yolunu tuttu. Hiç şüphesiz Yunanistan’ı tercih etmesindeki sebep Arap ülkelerine duyduğu kızgınlıktı. Yunanistan’a varışının ertesi günü yerinde durmayan Arafat’ın yeni durağı Tunus olmuştu.

Lübnan, Ürdün ve Suriye maceralarından sonra Tunus, İsrail’e olan uzaklığından dolayı Arafat için yeterince korunaklı bir ülkeydi. O, Lübnan yenilgisinin FKÖ’yü ortadan kaldırmak için kurulan bir Arap komplosu olduğunu düşünmekteydi. Beyrut’tan çekilmesine rağmen ayakta kalan FKÖ, bölünmüş durumdaydı. FKÖ komutanları ve el-Fetih üyeleri Yönetim Konseyi’nden reform talebinde bulunuyordu. Kendisine karşı yükseltilen isyan seslerini bastırmak isteyen Arafat, çözümü isyankarları terfi ettirmekte buldu. Buna ek olarak yeni vaatlerde de bulunan Arafat, durumu nispeten kontrol altın almış görünüyordu. Kişiliği ile Filistin’in kaderi o derece bütünleşmişti ki onsuz bir FKÖ’yü reform isteyenler dahi düşünememekteydi.

Arafat, Tunus’a yerleşmesinden kısa bir müddet sonra FKÖ’nün askerî gücünü yeniden yapılandırmıştı.

Ona göre silahlı güçten vazgeçen bir toplum kaybolmaya mahkûmdu.

Kuzey Afrika, Irak ve Yemen’in güneyinde bulunan FKÖ mensupları, artık İsrail bombardımanından korkmadan eğitimlerine devam ediyorlardı. Bu süre zarfında İsrail’e karşı operasyonları yönetmeye devam eden Arafat, zaman zaman da ölümle burun buruna geliyordu. Üç İsraillinin öldürülmesi üzerine sekiz F-16 uçağı kaldıran İsrail’in hedefinde FKÖ’nün Tunus ofisi vardı. 1 Ekim 1985 günü FKÖ’nün Tunus ofisi bombardıman yağmuruna tutulurken Arafat bundan habersiz ofise doğru yol almaktaydı. Ofise 15 dakikalık mesafedeyken bombardımanı haber alan Arafat, kıl payı kurtulmuştu.

1 Ekim 1985 günü, İsrail savaş uçakları FKÖ’nün başkent Tunus yakınlarındaki merkez karargâhını bombaladı.

9 Aralık 1987 tarihinde Gazze Şeridi’nde yaşanacak bir olay, tam altı yıl sürecek bir başkaldırıyı başlatacaktı. İsrailli bir kamyon şoförü, dört Filistinli işçiyi ezerek öldürmüş yedisini de yaralamıştı. Görgü tanıkları, bunun bir kazadan ziyade cinayet olduğuna şahitlik etmişlerdi. Filistinlilerin ölümle burun buruna geldikleri ilk olay bu değildi; fakat yaşananlar öfke sınırlarını altüst etmeye yetmişti. Cebaliye mülteci kampında İsrailli askerlere taş atan çocukları kovalayan bir İsraillinin öldürülmesi, sonrasında Gazze’de başka bir İsraillinin bıçaklanması ve İsrail’in bu olaylara misillemede bulunmasıyla Filistin topraklarında artık sivil itaatsizlik boy göstermişti. FKÖ, intifadanın başladığı her mahallede el kitapçıkları dağıtarak uzun süren bir başkaldırı düzenlemeyi hedeflemişti.

  • Arafat, önemli bir karar alarak intifada boyunca silah kullanılmasını yasakladı. Zira silah kullanımı neticesinde İsrail’in katliam yapacağından korkmaktaydı. İntifada boyunca sadece iki silahlı eylem gerçekleştirildiği rapor edilmişti. Filistinliler, İsrail birliklerine genellikle taşlar ile saldırmaktaydı.

Birinci İntifada, tanklara karşı taşların yarıştığı bir mücadeleydi.

İntifadanın askerî sorumlusu FKÖ’nün üst düzey yöneticisi ve Arafat’ın dostu Ebu Cihad idi. Tunus’tan olayları yönettiği sırada baskına uğrayan Ebu Cihad, dört kişilik bir suikast timi tarafından karısının ve kızının gözü önünde öldürülecekti. Ebu Cihad’ın vücudundan yüzden fazla mermi çıkarılmıştı. Suikasttan sonra Arafat, yakın arkadaşının tüm görevlerini üstlenerek intifadanın yeni lideri oldu.

İntifadanın uzun süreceğinin farkına varan ABD ve İsrail’in karşısındaki müzakereci doğal olarak Arafat’tı. Her iki tarafın da kendinden ödün vermemesi bir anlaşma yapılmasını engelliyordu.

Filistin merkezi yönetimi, tarihî bir karar alarak başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulduğunu ilân etti. Şair Mahmud Derviş’in Bağımsızlık Bildirgesi’ni sakince okunmasıyla duygusal anlar yaşandı.

Arafat, bu saatten sonra artık New York’ta düzenlenecek olan BM toplantısını beklemeye koyuldu. Toplantı günü yaklaştığında ise hesapta olmayan bir şey yaşanacaktı. Arafat’ın ABD’ye yaptığı vize başvurusu reddedilmişti. Duruma müdahil olan Mısır ve Ürdün, toplantının New York’tan Cenevre’ye alınması çağrısında bulundu. Bu talebi 121 ülke kabul ederken ret oyu kullanan iki ülke ABD ve İsrail olmuştu.

Nihayet Cenevre’de düzenlenecek olan BM toplantısının vakti gelmişti. Arafat, ABD’nin kendisinden beklediği sihirli sözcükleri cılız bir sesle bu toplantıda söyleyecekti. Konuşmasına “Hafızalarınızı tazelemek için tekrarlıyorum…” sözüyle başlayan Arafat, devamında müzakerelerin temeli olan 242 Sayılı Kararı kabul ettiğini hatırlatarak İsrail’in var olma hakkını monoton bir sesle teyit etti.

Konuşmadan sonra bir Amerikalı gazetecinin “kararın kabulü koşulsuz bir kabul mü?” sorusuna sinirlenen Arafat, “Tabii ki. Yeter artık! Daha ne istiyorsunuz? Striptiz mi?” cevabını vermişti.

1988’de BM Genel Kurulu, Palais des Nations'daki oturumu sırasında Yaser Arafat'ı dinledi.

1990 yılının yazına gelindiğinde ise Arafat’ın özel hayatında önemli bir olay yaşanacaktı. 61 yaşındaki lider gönlünü 27 yaşındaki genç ve güzel asistanına kaptırmıştı. Daha önce hiç evlenmeyen ve sadece bir kez nişanlı kalmış olan Arafat, bir yolculuk esnasında basitçe Süha’ya saf ve temiz duygularından bahsetti. Süha’nın Müslüman olmasının ardından Tunus’taki villasında gizlilik içerisinde gerçekleştirilen nikâh merasimiyle çift evlenmiş oldu.

Aynı senelerde körfezde yeni bir kriz patlak vermişti. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmiş ve topraklarını da resmî olarak kendine bağlamıştı. İşgalin birinci haftasında Saddam ile Bağdat’ta görüşen Arafat krizi çözmek istemekteydi. O, her ne kadar işgali desteklemese de Saddam’ı açık bir şekilde kınamamıştı. Körfez Krizi’nde Saddam’dan yana tavır koyan Arafat’ın arabuluculuk faaliyetleri başarılı olmamıştı.

FKÖ yönetimi, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'le yakın irtibattaydı.

Amerika ve müttefiklerinin Irak’a saldırmasından yaklaşık iki gün önce Arafat kötü bir haber alacaktı. Ebu Cihad’ın ardından bir diğer dostu Ebu İyad, Tunus yakınlarındaki Kartaca’da suikasta kurban gitmişti. El-Fetih’in kurucularından olan Ebu İyad’ın ölümü, FKÖ için büyük bir kayıptı. Örgütün düşünen beyni olarak tasvir edilen Ebu İyad “resmî itirazcı” rolündeydi. Arafat’ın sürekli daha ileri görmesini sağlamaktaydı. Arafat, Ebu İyad’ın ölümünden yaklaşık bir sene sonra onun hakkında şu sözleri söyleyecekti:

O öldüğünde gerçek bir öksüz oldum. Benim en sıkıntılı dönemlerimde ‘Şimdi ne yapıyoruz?’ diye sorabileceğim son kişiydi.

7 Nisan 1992’de gününde Arafat bir kez daha ölümle burun buruna gelmişti. Ancak bu kez buna sebep olan İsrail değil, bir uçaktı. Sudan’da Ömer el-Beşir ile yaptığı görüşmeden sonra Tunus’a hareket eden Arafat ve beraberindekiler, Libya üzerinde şiddetli bir kum fırtınasına yakalanmışlardı. Uçağın radar ekranında kaybolması ve radyo bağlantısının kesilmesi gündeme bomba gibi düşerek ajanslara “Arafat Libya çölünde kayboldu.” şeklinde yansımıştı. Zorunlu iniş kararı alan pilotlar tüm hünerlerini sergileyerek en az hasarla uçağı indirmeye çalıştılar. Bu iniş neticesinde iki pilot ve uçak teknisyeni hayatını kaybederken Arafat ve beraberindekiler yaralı olarak kurtuldular. Sabah, gelecek olan yardımı beklemeye koyulan ekip geceyi ateş yakarak geçirmişti.

İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin (solda), ABD Başkanı Bill Clinton (ortada) ve Yaser Arafat, Beyaz Saray'ın bahçesinde.

Oslo Süreci, anlaşmanın taraflarına Nobel Barış Ödülü kazandırdı.

FKÖ’nün ABD ve İsrail ile yaptığı müzakerelerin durağanlaşmasıyla Filistinliler arasında homurdanmalar başlamıştı. Ancak kimsenin bilmediği bazı şeyler vardı. Resmî olarak yapılan görüşmelerin aksine Norveç’te, bir orman içinde bulunan konakta bazı gizli görüşmeler yapılmaktaydı. Henüz başlangıçta grupta üç İsrailli (Yossi Beilin ve iki araştırmacı; Yair Hirscfeld ve Ron Poundak), iki Filistinli (FKÖ’nün ekonomisti Ebu Ala ve işbirlikçisi Hasan Asfur) ve iki Norveçli (Dışişleri Bakanı Johan Jörgen Holst ve Törje Roed Larsen) bulunmaktaydı. Resmî müzakerelerin gergin havasından uzakta Oslo’da yürütülen görüşmeler, oldukça ılımlı bir havada devam etmekteydi. Müzakerelerin iyi gidişatı neticesinde FKÖ Yürütme Komitesi üyesi Ebu Mazen ile İsrail Dışişleri Bakanlığı genel müdürü Uri Savir de gruba dâhil olmuştu. Zaman içerisinde Arafat ile İsrail Dışişleri Başkanı Peres, Oslo görüşmelerine ilgi duymaya başladı. Arafat, oldukça yol kat edilen görüşmelerin bir sonucu olarak 1993’ün haziran ayında İsrail Cumhurbaşkanı İzak Rabin’e protokol ağzını bir kenara bırakarak gizli bir mektup göndermişti. Ağustos ayında varılan anlaşmanın imza töreni Eylül ayında halka açık bir şekilde Beyaz Saray’ın çimleri üzerinde yapıldı. Anlaşma neticesinde Filistin’in kontrolündeki Batı Şeria ile Gazze’ye kendi kendini yönetme hakkı verilmiş ve Filistin Yönetimi’nin varlığı da resmen tanınmıştı. Gizlice yürütülen bu görüşmeleri, anlaşmanın imzalanmasından yalnızca bir hafta önce öğrenen ABD Genel Sekreteri Warren Chiristopher “İstihbarat servislerimiz iyidir ama mükemmel değildir.” açıklamasında bulundu. Washington’da kalabalıklar önünde el sıkışan iki lidere daha sonra ise Nobel Barış Ödülü verilecekti.

Artık Arafat’a göre bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını vaat eden süreç başlamıştı. Kahire’de bir araya gelen taraflar, beş yıl içerisinde gerçekleşmesi gereken özerk bir Filistin yönetimini işleme koyan anlaşma için hazırdılar. 2500 davetlinin önünde imzalanan anlaşmadan bir hafta sonra İsrail birlikleri Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekilmişti.

Anlaşmayla birlikte Arafat için topraklarına kesin dönüş yapmanın vakti de gelmişti. Uzun bir ayrılık, Refah Sınır Kapısı’ndan Gazze topraklarına ayak basmasıyla bitti. Vakit kaybetmeden siyasî bürosunda çalışmalara başlayan Arafat, ilk toplantıları da düzenlemeye başlamıştı. Arafat, güvenlik güçlerinin örgütlenmesinin üzerinde durmuştu. Zira artık yabancı bir ülkede değillerdi ve daha geniş bir hareket alanına sahip olmuşlardı.

Arafat, FKÖ ile İsrail arasında imzalanan Oslo Anlaşması neticesinde 2 Temmuz 1994'te, 27 yıllık bir sürgünün ardından Gazze'ye döndü. Arafat'ı, on binlerce Filistinli sevinçle karşıladı.

Oslo Anlaşması her ne kadar imzalanmış olsa da her iki tarafa muhalefet eden kimseler de yok değildi. Ayrıca intifada Filistin içerisinde İslami Cephe ve Hamas gibi yeni aktörlerin de doğmasına olanak vermişti. Şüphesiz kendisini Filistin’in tek adamı olarak gören Arafat için bu hiç kolay olmayacaktı. Barış anlaşmasına rağmen İsrailli birliklere saldırılar devam etmiş, bu saldırılara da İsrail tarafından vakit kaybedilmeden misillemelerde bulunulmuştu. Her iki tarafın saldırganca girişimleri barış anlaşmasının baltalanması anlamına gelmekteydi.

Tüm bu keşmekeşin içerisinde Arafat’a Paris’ten bir telefon geldi. Arayan kişi Süha’nın erkek kardeşi Gaby’di. O sıralarda 66 yaşında olan Arafat’a telefonunun ucundaki ses “O senin küçük bir portren” diyecekti. Süha, dünyaya bir kız çocuğu getirmişti. Doğum esnasında Eriha’da olan Arafat, iki gün sonra Paris’e hareket ederek kızını kucağına aldı. Arafat, kızına annesi Zahva’nın adını vermişti.

Arafat’ın baba olması siyasî süreci unutturmamıştı. 1995 yılının ilkbahar ve yazında “Oslo-2 anlaşması çerçevesinde müzakereler devam etmekteydi. Tarihler 28 Eylül’ü gösterdiğinde ise Filistin Devleti’nin üç bölgeye ayrıldığı anlaşma imzalanmıştı. Buna göre Gazze Şeridi dâhil Filistin topraklarının %18'ini oluşturan ve nüfusun çoğunluğunu içeren A bölgesi, tamamen Filistin kontrolü altındaydı. %22'lik B bölgesi de Filistin idaresi tarafından yönetiliyor, ancak İsrail Güvenlik Güçleri'nin kontrolündeydi. Geriye kalan %60'lık bir kısım ise hem idari hem de güvenlik yönünden tamamen İsrail kontrolü altındaydı.

Oslo Anlaşması’nın eş mimarı Rabin, 4 Kasım 1995’te yerleşimci bir Yahudi’nin kurşunlarıyla öldürülmüştü.

Anlaşmadan yaklaşık bir ay sonra İsrail Cumhurbaşkanı Rabin’e yapılacak suikast dünyayı sarsacaktı. Yigal Amir adındaki Yahudi bir üniversite öğrencisi “Yahudi halkının haini” olarak nitelendirilen Rabin’i, bir hahamın fetvasına dayanarak üç kurşunla öldürmüştü. Arafat haberi aldığında şok olmuş ve duygusal anlar yaşamıştı. Cenazeye katılma isteği “güvenlik nedeniyle” İsrail makamları tarafından reddedilmişti. Cenaze törenini gözyaşları içerisinde CNN’den takip ettikten yedi gün sonra bizzat taziyede bulunmak için Tel Aviv’e hareket etti. İlk kez İsrail topraklarına bu vesileyle ayak basan Arafat, Rabin’in çocuklarını kucaklayarak bir dost kaybettiğini içtenlikle açıklamıştı.

2 Kasım 1999’da, Rabin’in ölümünün dördüncü yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törende Yaser Arafat, Rabin’in eşi Leah Rabin’in elini öptü.

İsrail’in yanı sıra Filistin siyasetinde de hareketli günler yaşanmaktaydı. Yaklaşan seçim heyecanı hemen hemen her sokakta kendisini belli ediyordu. Filistin’de çeşitli bölgelere ziyaretlerde bulunan Arafat, coşkulu kalabalıklara hitap ediyordu. Seçime bir ay kala Nablus’ta yaptığı konuşmasında başkanlığına aday olduğunu açıkladı. 20 Ocak 1996 günü gerçekleşen seçime, halkın katılımı %80 olarak rapor edilmişti. Seçim ezici bir üstünlükle Arafat’ın lehine sonuçlandı. O, oyların %88’ini alırken Oslo Anlaşmalarına şiddetle karşı çıkan rakibi Semiha Halil %8 gibi düşük bir oy oranına sahipti. Öte yandan meclisteki 88 sandalyeden 65’i el-Fetih ve yandaşlarının olmuşken geriye kalan 23 sandalyeye ise sol ve İslamcı örgütler sahipti.

İsrail’in yapılan anlaşmaları ihlal etme alışkanlığı, Arafat nazarında artık çekilmez bir hal almaktaydı. Ayrıca karşısında muhatap bulamaması işleri daha da karmaşık bir hale getiriyordu. İsrail siyasetinde söz sahibi olan Netanyahu’ya göre yapılan anlaşmalar İsrail için birer tuzaktı. Keza Arafat onun için teröristten öte değildi. Netanyahu’nun kendine has olan bu siyasî tavrı, anlaşmaları tam anlamıyla baltalayacaktı.

Netanyahu’nun Kudüs sokaklarında oynadığı tehlikeli oyun ikinci intifadayı başlatmıştı. Kudüs’te varlığı milattan önce 1’inci yüzyıla dayanan bir tünel onun özel izniyle açılmıştı. Filistinliler için bu hamle kutsal olan Kudüs’e bir saldırıydı. Oslo Anlaşmalarından bu yana ilk kez Filistin topraklarında bu kadar şiddetli eylemler görülmekteydi. Olayı kontrol altına alamayan Netanyahu, Arafat ile görüşme istemişti. Bill Clinton’ın da dâhil olduğu bir toplantıda Arafat ile Netanyahu, yaklaşık dört saat boyunca durumu müzakere etme fırsatı bulmuşlardı. Ancak Netanyahu’nun bu toplantıdan sonra Kudüs’te yapmaya devam ettiği hamleler ve kolonileşme hareketi, barışın artık çıkmaza girdiğini göstermekteydi.

İsrail’de 1999 yılında yapılan seçimler sonucunda Ehud Barak’ın zafer kazanması barıştan yana olan Arafat için bir umut ışığıydı. Zira Barak, Rabin’in partisine mensuptu ve onu politikalarını yeniden ele alabilirdi. Ancak beklenen olmadı. İsrailliler, yapılan anlaşmalarda aleyhlerine olan maddeleri uygulamamakta diretmişlerdi. Arafat, Ehud Barak’ın siyasî hamlelerinden sonra şu cümleleri kuracaktı:

Keşke Netanyahu başbakan olarak kalsaydı. Barak’ın şimdi bize vermeye hazır olduğu topraklardan daha fazlasını alırdık.

Oslo’da filizlenmeye başlayan barış nüvelerinin çürümesinden korkan ABD Başkanı Bill Clinton, tarafları ülkesine davet etti. 5 Temmuz’da başlayan ve yirmi gün süren zirveden olumlu hiçbir sonuç alınamadı. Her iki tarafın taviz vermekten kaçınması, ülkelerine eli boş dönmelerine sebep olmuştu.

Ariel Şaron'un provokatif Aksâ ziyareti, İkinci İntifada'nın fitilini ateşlemişti.

Yaklaşık iki sene sonra İsrail’de yeni bir seçim sonucunda başkanlığa Ariel Şaron seçilmişti. Şaron, Filistinliler tarafında oldukça yakından tanınmaktaydı. Zira kendisi Harem-i Şerîf’e yüz kadar koruma eşliğinde girerek büyük bir kışkırtma yapmıştı. Bu kışkırtma neticesinde çıkan ayaklanmada onlarca Filistinli ölmüş yüzlercesi ise yaralanmıştı.

Seçildiği ilk haftalar itibarıyla Arafat’a karşı ılımlı bir hava içerisinde bulunan Şaron, çeşitli şekillerde barışa vurgu yaptı. Ancak bu durum çok fazla devam etmeyecekti. Şaron nazarında İsrail’in geleceği Arafat’ın siyaset sahnesinden silinmesine bağlıydı. ABD ile yakın temasta bulunan Şaron, ABD Başkanı ile yaptığı görüşmelerde Arafat’ın bir terörist olduğunu söylemekten geri kalmıyordu. Filistin’de kötüleşen durumu lehine kullanan Şaron, Arafat’ın barış müzakereleri isteğini reddetmişti. Onun ABD ile temasları da meyvesini verecek, Başkan Bush konuşmalarında artık “yeni ve farklı bir Filistin yönetiminden” bahsedecekti. Bunun yanı sıra Şaron’un başarılı askerî operasyonları, tam anlamıyla Arafat’ı soyutlamayı başarmıştı.

75 yaşında hastalıkla mücadele eden Arafat, önce Batı Şeria'dan ayrılarak Ürdün'e, oradan da acil tıbbi tedavi için Paris'e götürüldü.

Şaron, artık son hamleyi Arafat’a indirmişti. Arafat’ı Ramallah’taki ofisinde kuşatarak fiilen etkisiz hale getirdi. Ekim 2004’te görünüşe göre çökmüş olan, yardım alamadan dahi yürüyemeyen Arafat’ın tıbbi bir müdahaleye ihtiyacı oldu aşikardı. Mücadele ettiği topraklardan zafer işareti yaparak ayrılan liderin yeni durağı Fransa olmuştu. Paris’te 11 Kasım 2004’te vefat eden Arafat’ın ölüm sebebi söylenmedi. Ancak zehirlenme iddialarından bahsedilmesiyle mezarında bir inceleme başlatıldı. İncelemeyi yapan ekip, mezardan alınan örneklerde normalin 18 katı polonyum maddesine rastlamıştı. Hazırlanan rapora göre ölümün bu radyoaktif maddeyle bağlantılı olma oranı %83’tü.

Yaser Arafat'ın helikopterle Ramallah'a ulaşırılan tabutunun etrafı öylesine kalabalıktı ki tabutunu getiren Mısırlı pilot, insan denizi nedeniyle inecek yer bulamadığını söylemişti.

Kurtulduğu suikast girişimlerinden ve ölümlü kazalardan dolayı kendisine anka kuşu manasına gelen kefiyeli feniks lakabı verilen Arafat, bir suikasta kurban gitmişti.

Yaser Arafat'ın Filistin Ramallah'taki mezarı.

Fransa, Mısır ve Filistin’de cenaze töreni yapılan Arafat, bir daha ayrılmamak üzere son kez Filistin’deydi. Kudüs’e defnedilme vasiyeti İsrail makamlarınca reddedilmişti. Bunun üzerine cansız bedeni Ramallah’a getirildi. Burada defnedilen Arafat’ın İslâmî kurallara göre gömülmediği ertesi sabah fark edilince 13 Kasım’da tekrardan defnedildi. O, yaşadığı döneme damga vuran bir lider olarak artık Ortadoğu’ya imzasını bırakmıştı.

Biyografiler Haberleri

Muslih bildiklerimizden Şeyho Duman ve mirası
"Afiye Sıddıki'ye yönelik Amerikan zulmü sürüyor"
İşgal rejimi Gazze kuzeyinde 20 günde 770 kişiyi katletti
Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı Mehmet Doğan vefat etti
İşgalci İsrail’in kabusu Yahya Sinvar kimdir?