Filistin Davası Denildiğinde Bundan Kim Ne Anlıyor?

Yazısında “Filistin davası”na yaklaşım farklılıklarını değerlendiren Taha Kılınç, “’Herkesin Filistin’i kendine’ diyeceğimiz bir noktadayız.” diyor.

Taha Kılınç’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayınlanan konuyla ilgili bugünkü (04 Ağustos 2018) yazısı şöyle:

Cevapsız Sorular

O gün ortalığa öylesine kesif bir sis çökmüştü ki, birkaç adım ötesini bile görmek mümkün değildi. 40 yaşındaki Arap komutan, güneş doğmadan, askerlerinin nöbet tuttuğu mevzileri teftişe çıkmıştı. Kendisine eşlik eden iki asker, biraz arkasından onu takip ediyordu. Bir süre, nereye doğru gittiklerini bilmeden yürüdüler. Nihayet, sislerin arasında güçlükle seçilen bir siperin önüne geldiklerinde, karşı taraftan Arapça bir parola duyuldu: “Merhaban yâ cemâa”. Genç komutan, aksanın acemiliğinden, sesin sahibinin Arap olmadığını hemen anlamıştı. Siperde duran kişinin, kendilerine yardıma gelen İngiliz askerlerden biri olduğunu düşünerek, parolayı İngilizce cevapladı: “Hello boys!” Bu söz ağzından çıkar çıkmaz, yıldırım gibi bir kurşun karanlıkları yararak geldi ve komutanın kalbine saplandı. Kendisini korumakla görevli askerler, yaşadıkları ani şok nedeniyle, acıyla yere yığılan komutanı oracıkta bırakıp sisin içinde kayboldular.

Günün ilerleyen saatlerinde sis artık dağılmıştı. Araplar büyük bir taarruz başlatarak, iki gece önce giriştikleri operasyonu tamamladılar. Üzerinde bulundukları stratejik Kastel tepesi artık tamamen ellerindeydi. Kudüs’ü Tel Aviv’e bağlayan en kritik yollardan birinin güvenliğini de böylece sağlamışlardı. Ancak büyük bir bedel karşılığında olmuştu bu: Kudüs’ün en köklü ailelerinden Hüseynîlerin seçkin bir ferdi, hem savaş dehasıyla hem de insanî özellikleriyle herkesi kendisine hayran bırakan komutanları Abdulkadir, aniden bastıran sisin içinde, Siyonist askerlerden biri tarafından vurularak öldürülmüştü. Kanı çoktan kurumaya başlamış bedenini siperin önünde bulduklarında, takvimler 8 Nisan 1948’i gösteriyordu.

Abdulkadir Hüseynî’nin cenazesi, ertesi gün Mescid-i Aksâ’da kılınan cuma namazının ardından, yine Aksâ içinde, batı revaklarının altındaki aile kabristanında, babası Musa Kâzım Paşa Hüseynî’nin yanı başına defnedildi.

Filistin topraklarının Siyonistler tarafından işgal sürecine karşı gösterilen direnişin önde gelen isimlerinden biri olan Musa Kâzım Paşa, 27 Ekim 1933 günü Yafa’da düzenlenen protestoda da en ön saftaydı. İngiliz askerleri kalabalığı dağıtmak için güç kullanmaktan çekinmemiş, üstelik Musa Kâzım Paşa’yı da tekme-tokat dövmüştü. Paşa, özellikle başına ve karnına aldığı darbeler nedeniyle girdiği komadan çıkamayacak, 27 Mart 1934’te hayatını kaybedecekti.

Musa Kâzım Paşa gibi sembol bir ismin, 83 yaşında İngilizlerle göğüs göğse dövüşerek meydanlarda mücadele etmesinden ve Filistin için canını vermesinden bir yıl sonra, Araplar açısından önemli bir kayıp daha gerçekleşmişti: Hayfa ve çevresinde yaklaşık 14 yıldır sürdürdüğü mücadeleyle Arap kamuoyunun yakından tanıdığı Suriye kökenli İzzeddin el Kassâm, 19 Kasım 1935’te İngilizlerle girilen çatışmanın kurbanlarından biriydi.

Bu yeri doldurulmaz kayıpların ardından, Araplar bu defa yine sembol bir isme, Abdulkadir Hüseynî’ye veda ediyordu. Sırf Kastel’i Siyonistlere kaptırmamak için savaşmak üzere Şam’dan Kudüs’e gelen Abdulkadir’in cenaze hazırlıkları sürerken, 9 Nisan 1948 gecesi Deyr Yâsin köyünde Siyonistlerce gerçekleştirilen katliamın haberinin alınması, Araplar ve Müslümanlar için “sonun başlangıcı” mesabesinde bir tesadüftü.

Abdulkadir Hüseynî’nin vurulmasından sadece bir ay sonra İsrail’in kurulması, çeşitli sebeplerle bir daha bu çapta mücadele adamlarının ortaya çıkmaması ve sonrasında gelen -hepimizin gayet iyi bildiği- yenilgilerle dolu süreç, sadece Araplar açısından değil bütün İslâm dünyası açısından, Filistin meselesinin tarihsel gelişiminin yeniden, tekrar ve durmaksızın okunmasını gerekli kılıyor.

***

Hamasi sloganlara ve ateşli söylevlere rağmen, Filistin meselesi, bugün “cami avlusunda bulunmuş çocuk” muamelesi görüyor. Dışarıdan herkesin müdahale ettiği, Arap ve İslâm dünyasında işbaşına gelen türlü iktidar ve ideolojilerin dilinden hiç düşürmediği, siyasi güç sahiplerinden çok azının gerçekten samimiyet nazarıyla baktığı, halk kitlelerinin onca heyecanına rağmen, bir türlü yuvasını bulamamış öksüz ve yetim bir çocuk…

Geçtiğimiz yüzyıldan bu yana Filistin meselesinin seyrini incelediğimizde, her tarihsel dönemeçte daha da savrulmuş bir serüven görüyoruz. Arapçılık, İslâmcılık, Ümmetçilik, Batıcılık, İrancılık, Rusçuluk, Amerikancılık, Solculuk, Komünizm, Sosyalizm, Liberalizm… gibi türlü akımlar, doğrudan Filistin’in akıbetine tesir eden bir ortam oluşturdu. Bunlar zaman zaman hem dışarıdan dayatılıyor, hem de Filistin içinde kendine taraftar bularak, işgal altındaki bölünmeyi derinleştiriyor.

Geçen yazımda vurguladığım, “Filistin’i kim temsil edecek?” sorusu, İsrail işgalinden bile daha hayati ve can alıcı bir nokta. Kimin temsil edeceğini belirlemek üzere dışarıdan ve içeriden sürdürülen empoze hareketleri, medya kampanyaları ve konjonktürel heyecanlar, “Filistin davası” denen şeyin zihinlerde tanımsız ve hükümsüz hale gelmesi tehlikesini doğuruyor.

“Filistin davası nedir?” diye sorduğumuzda verilebilecek cevaplar, iki elin parmaklarını çoktan geçti. “Herkesin Filistin’i kendine” diyeceğimiz bir noktadayız. “İslâm dünyası, daha tanımında ve çerçevesinde ortak zemin bulamadığı bir problemin çözümüne nasıl ulaşacak?” sorusu ise, ortada öylece duruyor.

Yorum Analiz Haberleri

Siyonistlerden dost olmaz, ne Kürtlere ne de bir başkasına
“AB İsrail’i daha ne kadar koruyacak?”
“BM Siyonizm'i ırkçılık saysın”
Gazze katliamında ABD'nin rolü
Endonezya’da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” madde: Filistin davası