Ergün Yıldırım'ın Yeni Şafak'ta yayımlanan "Fikir, düşünen insanlar ikliminden doğar" başlıklı yazısını okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.
Cumhurbaşkanımız Erdoğan, “fikri iktidar” olamadıklarından bahsedince, yeni bir tartışma başladı. Bu tartışmayı ülkemizde “fikir var mı” ve toplumumuzda neden “fikir doğmuyor” diye sürdürmek lazım. Çünkü asıl mesele bu ve bu mesele tüm aydın çevrelerini yakından ilgilendiriyor.
Temelde modernleşme ile kurduğumuz ilişki biçimi, fikrin doğmaması ile yakından ilgili. Cumhuriyetin Batıcı kesimleri, modernleşmeyi doğrudan düşünce üzerinden giderek tercih ettiler. CHP ve etrafındaki elitler, batıdan ithal ettikleri fikirlerle Türkiye’yi modernleştirmek istediler. Fikirlerle kurtuluşu aradılar. Devleti de toplumu da fikir ile kurtarmanın peşine düştüler. Hala da öyle devam ediyor. Bu nedenle sol, Kemalist ve batıcı elitler düşünce alanında ilerleme sağladılar. Ancak bu düşünce de hiçbir zaman onlara ait bir düşünce olmadı. Batıdan aldıkları eğitim, kurdukları ilişkiler, yaptıkları aktarma ile “ithal fikirler”den oluşuyor. Fakat fikirle yoğun bir biçimde haşir neşir olunca fikir de insana bulaşır. Sonuçta bu çevrelerin hala bir fikirleri yok, ama fikirle en çok haşir neşir olanlar da onlar.
Muhafazakâr siyaset, modernliği “kalkınma” üzerinden algıladı. Buna göre hamlelerde bulundu. Buna “mühendislik modernliği” diyorum. Barajlar, otobanlar, fabrikalar inşa ettiler. Fikir, mayınlı alandı onlar için. Cumhuriyet ideolojisini her an enselerinde hissetme tehdidi altında yaşıyorlardı. Ayrıca modernliği de sadece kalkınma açısından almak istiyorlardı. İslamcılar, cumhuriyet döneminde bir fikriyat üretemediler. Daha çok Kemalizm ve batıcılardan gelen reddi mirasa karşı durdular. Bu mirasın önünü açmaya ve onu hatırlamaya dönük çabalara yöneldiler. Burada mirasla çok sorunlu bir ilişki kuruldu. Onu anlamak, öğrenmek ve çağın meseleleriyle aşinalık içinde düşünmek tutumuna gidilmedi. Bunun yerine miras bir bohçaya sarılı büyük bir hazine gibi alınıp onunla kutsallık ilişkisi kuruldu. Necip Fazıl da, Nuri Pakdil de, Sezai Karakoç da bunu yaptı. Hepsi de üzerine beton dökülen mirası hatırlattı, onu vurguladı ve onunla irtibat kurmaya çalıştı. Elbette varlığını yaşatmak için de bir meydan okuyucu dil ortaya koydular. Edebiyat diliyle mitik bir bilinç ürettiler. Bulaç, Özel ve Özdenören ise ideolojik bilinci beslediler.
Ne mirasla ne de moderniteyle düşünme etrafında bir ilişki kuruldu. Tarih, ideoloji ve şiir hattı üzerinde gelişen İslamcı fikriyat, büyük oranda “mitsel” bir tutumu takip ederek miras hatırlatması ve miras aktarmacılığıyla yetindi. Muhafazakârların tarih alanındaki bilgi üretimleri tam da budur. Tarih, ya mitolojidir ya da ideolojidir bizim camiada. Her tarafta üzerinde dersler verilen medeniyet söylemi de böyle. Medeniyeti bir varlığı anlama düşüncesi, bilim ve yöntemi kavramanın teorisi yerine medeniyetçilik ideolojisi ve mitselliğiyle öne çıkarılmakta.
Düşünce, düşünme ortamıyla olur. İnsanların düşüncelerle tanıştığı, okuduğu, tartıştığı, paylaştığı bir sosyal iklimle mümkün. Patates veya patlıcan yetiştirir gibi düşünen insanlar yetişmez. Çünkü öznellik, kendilik, şahsiyet çok önemli. Bunların olgunlaşması ve tartışmalara serbestçe katılması gerekir. Sakatlanmış özne, tamamen itaat bilincine batmış özne ve teslimiyeti kendilik bilincini yok etmek diye anlamış özne düşünemez. Düşünemeyen insanlar düşünceye varamaz.
Düşünce, varlığı evrensel kavrayışın dışa vurumu. Kendi varlık evi içine hapis olan bir özne, düşünceye varamaz. Kendi düşünce coğrafyası dışında kalan düşüncelere kör olan, sağır olan, bloklar diken, tamamen reddeden bir bilinç düşünemez. Batı ve modernlik okumasını haricilik bakışıyla, “tekfir” düzeyinde yapan bir zihin düşünemez. Elbette kendi “hakikat evinden” firari olan aydınlar da düşünceye ulaşamaz. Birinci grupta muhafazakârlar, ikinci grupta da sol ve laik aydınlar yer alıyor.
Devlet, mahalle, çoğu cemaat gibi kolektif yapılar(tümden reddetmek de anlamsız. Nietzsche bile kulüplerle ilişkili), bizim gibi ülkelerde koşulsuz teslimiyet talep ederler. Bu iklimde düşünce doğmaz. Düşünen özne, bu kolektif yapılar içinde sakatlanır, korkar ve tutuk hale gelir. Kanatları kırılır, uçamaz! Düşünce, belli bir “mağara” dönemini gerektirir. Doğru! Ama tamamen mahalle, cemaat ve devlet mağarasına çekilen bir aydından düşünce çıkmaz. Batıyla, modernlikle, solla ve Beyaz Türklerle etkileşime girmeyi ve kendisini de temsil eden bir özgüveni gerektirir. Meşruiyeti devlet, mahalle ve sermaye bağlantıları yerine kendilik özelliğinden gelen özneden düşünce doğar.
Düşünce, düşünen insanlarda yuva kurar. Pazarlara, siyasete, mahalleye ve kitlelere mahkûm edilen/olan şahsiyetlerde düşünce kaçar. Düşünen insanlar istiyorsak onların bürokrasiye, siyasete ve pazara karşı özerk kimlikleriyle var olmalarına izin vermeliyiz.