Sabahtı. Onun da evi yıkılmıştı. Dizlerini kırıp evlerin yerinde yeller esen meydanın orta yerinde oturmuştu. Çaresizdi. Bir başına, yapayalnız kalmıştı. Uçurumun kenarındaki bir kayanın dibinde susuzluktan iki büklüm olmuş bir dağ reyhanı gibiydi! Soğuktan ne kadar da korkardı oysa. Çocukluğundaki sımsıcak anne koynunu aramıştı bir an... Annesinin kurduğu sobanın hemen yanına nasıl da uzandığını hatırlamıştı.
İbrahim'di onun adı. Bir ağacın dahi dalını kırmaktan utanırken; İsmaillerin nasıl da kurban verildiğini, patlatılan o son bomba evini henüz yıkmadan iki göz odasının penceresinden seyreylemişti.. Oysa ne de çok dua etmişti. Fakat Cebrail, âh Cebrail, bir türlü inmemişti. Kanatlarıyla şöyle tozu dumana katmamıştı! Cebrail, âh Cebrail... İnişi, zalimlere zahmet, mazlumlara merhamet olsun istemişti. Cebrail inmemişti. Fakat, işte yine de şehri, mahallesi, caddesi, sokağı ve şimdi de evi ise birer viraneydi!
Gecelerce uykularında rüyasında beklemişti. Gündüzlerce iki göz odalı evinin penceresinde yolunu gözlemişti. Lâkin Cebrail, âh Cebrail, müjdesiyle bir türlü kurbanlık koç getirmemişti. “Al İbrahim... Al da bunu ada, şeytanlara kurban edilen binlerce Kürt İsmail'in yerine!" Dememişti. Onun adı İbrahim'di. İsmailler ise çoktan katledilmişti!
Üzerine oturduğu taşın hemen yan tarafında, bir piriketin üzerine koyduğu Rus malı el radyosunun düğmesini hafifçe çevirmişti. Radyo frekansları net çekmemişti. Arada cızırtılar gelmişti. Sonunda, çok iyi olmasa da diğer FM’lere göre daha iyi olan bir frekans bulabilmişti. “Minik serçe değil mi bu?” Diye sormuştu içinden. Sesi yükseltmek istemişse de radyonun epey eski olmasından dolayı ses bir hayli cılız çıkmıştı. Yine de şarkıya eşlik etmeden çekinmemişti zoraki öğrendiği Türkçe’siyle. "Eller günahkar / Diller günahkar / Bir çağ yangını bu bütün / Dünya günahkar / Masum değiliz hiç birimiz..."
Bakraçta bir kaç tas su kalmıştı. Susuzluk!... Günlerce avludaki kuyuya kendisine kahpe bir mermi değer endişesiyle çıkamamıştı. Susuzluk... “Rabbim dilim damağıma yapışmasın da şalvarımın uçkuruyla kendimi boğmaya kalkmayayım bir daha ne olur!” Diye niyazda da bulunmuştu.
Elleri üşümüştü. Cebinden çıkardığı babadan miras kalma tütün tabakasından bir Mutki tütünü sarmıştı. Zippo çakmağını ise bulmuştu sonunda. İki çakışta çakmak alev almıştı. Sardığı tütün sigarasını iki dudağının arasına koymuştu. Sigarasını yakmıştı. Bir nefes almıştı ki sigarasından, dünyanın tüm derdini ciğerlerine doldurmuştu o an! Ağzından çıkardığı sigarasını sağ elinin son iki parmağının arasına almıştı. Severdi sigarayı böyle tutmayı. Ne de olsa gençliğinde izlediği Yılmaz Güney'in filmlerinden öğrenmişti.
Ciğerine doldurduğu dünyanın tüm kederini, birden, ağzından ve burnundan yine dünyanın büsbütün içine savurmuştu. Sigaranın dumanı başının üzerinde bir kurtulan ekspresi gibi dolanmıştı. Başını bir anlık kaldırmıştı ki, ileri de birkaç insanın kendisine doğru yürüdüğünü görmüştü. Yüzlerini, gözlerinin önünde oluşan sis bulutundan net olarak seçememişti. Gelenler ise artık yavaş yavaş kendisine doğru yaklaşmıştı.
Korktuğu başına gelmişti. Bu yüzleri tanımıştı. Hemen, yıkılan evinin duvarından iki piriket alarak piriketleri yatay bir şekilde ve bir karış aralıklarla karşılıklı olarak yerleştirmişti. Etrafta bulduğu kağıtlar ve birkaç çalı çırpıyı iki piriketin arasına alarak yine zippo çakmağıyla tutuşturmuştu. Yıkılan evinin yığınları arasından çıkardığı çay demliğine, bakraçtaki birkaç tas suyu doldurup, ortalarında ateşin yandığı iki piriketin üzerine demliği bırakmıştı.
Bütün bu olanlar birkaç saniye içinde yaşanmıştı. Tanıdığı simalar ise artık yanı başına kadar gelmişlerdi. Saygıdan, ayakta kendilerini karşılamak için kalkmak istemişti de bir anlık tereddütte kalmıştı. "Saygıyı hak etmiyorlar." Diye düşünmüştü. Hatta tam o anda da ayağıyla demliğe bir tekme dahi vurmayı dilemişti de; "Kürtler adına konuşan bunlar gibi değil bir Kürt gibi davranmak bana yaraşır!" Demiş ve düşüncelerinden vazgeçmişti.
Onun adı İbrahim'di. Ayakta karşılamıştı gelenleri. Buyur etmişti. Gelenler de oturacak yer olmadığından çömelmişlerdi hemen yanına. Konuşmaya çalışmışlardı. O ise başını öne eğmişti. Konuşmaya başlamışlardı. O ise sadece onları dinlemişti. Elindeki sigarasına bakmıştı. "İçersem ve içime çektiğim dumanı suratlarına üfürürsem... Hayır, hayır! Ya Sabır!" Demişti, içinden!.
Gelenler konuşmaya devam etmişlerdi. İbrahim'in onun adı. Daha önce iki piriketin üstüne bıraktığı çay demliğine gözü takılmıştı. Isıtması için yaktığı kağıtlar, birkaç çalı çırpıyı tutuşturmaya yetmemişti. Çok da umursamamıştı. Ne de olsa bir kere kendisine yakışanı yapmıştı.
Daha sonra iki ayak takılmıştı birden gözlerinin ucuna. Çay demliğinin hemen iki adım ötesindeydi bu iki ayak. Merakına mağlup düşmüştü. Başını kaldırmıştı istemeye istemeye...
Onunla konuşanlar gözlerindeki dehşeti görmüşlerdi. İrkilip yere bile düşmüşlerdi. Belli ki bir şok geçirmişti. Yüzü buz kesmişti. Başını kaldırıp da çay demliğinin iki adım ötesindeki iki ayağın sahibine baktığından beri, oturduğu yerden dona kalmıştı. Karşı karşıya kaldığı manzara karşısında ruhu çıkmıştı. Altı aydır kendisini öldürmeyen kurşunlar, bombalar, mayınlara, roketler yerine bu iki ayağın sahibinin tek bir gülüşü onu öldürmeye yetmişti.
Oturduğu yerde; şehri gibi, mahallesi gibi, caddesi gibi, sokağı ve evi gibi yıkılıp bir en enkaza dönüşmüştü.
Onun adı İbrahim'di. Ve Figen'in gülüşü onu da öldürmeye yetmişti.
Not: Bu hikâye, Yüksekova'da incelemeler esnasında yaşlı bir vatandaş ile konuşma yapan heyetin arkasında Figen Yüksekdağ'ın gülerek poz vermesi üzerine yazılmıştır.