İslam, kaynağı arı-duru, ölçüleri açık ve anlaşılır bir hayat nizamıdır. Rabbimiz, insanlara hidayet rehberi ve hayat kılavuzu kıldığı Kur’an-ı Kerim’i öğüt almak isteyenler öğüt alsın ve sakınmak isteyenlerin yolu aydınlık olsun için kolaylaştırılmış, apaçık bir kitap olarak beyan etmiştir.
Bu kitapla insanları uyarmak ve yürüyen bir Kur’an olarak insanlar için dünya döndükçe geçerli olacak güzel örnekliği somutlaştırmak üzere seçilip görevlendirilen Hz. Peygamber’in Nebevî sünneti de, Kur’an süzgecinden geçmeye muhtaç rivayet kültüründen öte, yaşayan sünnet olarak bize ulaşmış bulunmaktadır.
Arı-duru ve kolaylaştırılmış bir kaynağa sahip olmasından ötürü İslam’da ruhban sınıfına yer yoktur. İslam söz konusu olduğunda, dini anlama ve yaşama konusunda bir “din adamları” sınıfından bahsetmek imkânsızdır. Zaten Rabbimizin Kitab-ı Kerimindeki hitap şekli de “Ey insanlar!”, “Ey iman edenler!” gibi, belli bir sınıfı değil insanlık ailesinin veya iman ailesinin tüm fertlerini muhatap alan bir tarzdadır.
İslam, taklitçiliği ve “atalar dini”ne tabi olmayı reddetmiş, müntesiplerine neye niçin inandıkları ve neyi niçin yaptıklarını bilmeyi şart koşmuştur. Şu ayet-i kerime, bu konuda başka söze yer bırakmayacak niteliktedir:
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 18/36)
Evet, her Müslüman İslam’ın kendisini yükümlü kıldığı ölçü ve ilkeleri bilmek mecburiyetindedir. İman ettiğini ifade edip de neye ve niçin iman ettiğinin ve neyi niçin yaptığının bilincinde olmayan insanlar, Kur’an’ın inzal sürecindeki Kitap Ehli’ni konu edinen şu ayet-i kerimenin kapsamına girmiş olurlar:
“İçlerinde bir takım ümmiler vardır ki, Kitab'ı bilmezler. Bütün bildikleri, kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.” (Bakara 2/78)
Dininin temel ölçü ve ilkelerini, “hal ilmi/ilm-i hal” olarak ifade edilen, ibadet ve mualemata dair temel bilgileri bilmekle mükellef olan Müslüman, özellikle muamelata dair üzerinde uzmanlaşmayı gerektiren ictihadî meseleler ile gündelik hayatında karşılaştığı bu türden meseleleri de bu konularda uzmanlaşmış kişilerden soruşturarak öğrenmek durumundadır.
İşte “fetva” mefhumunun söz konusu olduğu nokta burasıdır/burası olmalıdır. Bu soruşturmada esas alınması gereken ise, kendisine danışılan konunun uzmanı ya da uzmanlarının görüşleri değil, o görüşlerin dayandığı deliller olmalıdır. Aksi halde, Tevbe Sûresi 31. ayet-i kerimede söz konusu edilen sapmaya düşülmüş olunur.
Saltanat rejimlerinin, tehlikeli gördükleri İslami dinamizmi yok etmeye yönelik çabalarının da etkisiyle tarihsel süreçte Müslümanlar arasında yaygınlaşan ve giderek yerleşik tutum haline gelen taklitçiliğe dayalı din anlayışları, Müslümanları Kur’an’ın bilgi ve bilinç merkezli ikliminden fersah fersah uzağa itmiş, İslam toplumlarını belli ekollerin sorgusuz-sualsiz takipçileri kılmıştır. Bu da, okumaya, kalemle yazmaya/öğrenmeye, tefekküre, tedebbüre, kısacası bilgiye ve bilince dayalı bir İslami kavrayış ve yaşayış yerine, taklitçiliğin, körü körüne tabiiyetin ve teslimiyetin kurumsallaşmasına yol açmıştır. Böylece, dinin anlaşılması ve yaşanmasında söz sahibi bir “ulema” sınıfı ortaya çıkmış, bilgisizliğe ve dolayısıyla mukallitliğe mahkûm edilen toplumlar ise, “ulema”yı körü körüne takip eden, onları dinde adeta kaynak haline getiren, onlara, yalnızca âlemlerin Rabbi yüce Allah karşısında takınılması gereken “işittik ve itaat ettik” teslimiyetiyle tabi olan bir anlayışa sürüklenmiştir.
İslam toplumlarına hakim olan bu, bilgi ve bilinç merkezli olmaktan uzak, taklitçiliğe dayalı, “ulema”nın belirleyici olduğu din anlayışları, “fetva” mefhumunu dinin anlaşılıp yaşanmasında son derece etkili/belirleyici bir konuma yükseltmiştir. Fetva alınmadan neredeyse adım bile atılamaz duruma gelinmiştir.
Bu durum, İslam’ın ölçü ve ilkelerinin bilincinde, birbirini bu ilke ve ölçülerle denetleyen/uyaran bilgi toplumu yerine, “ulema”nın belirleyici olduğu, mukallitleştirilmiş kitlelerden oluşan toplumların geçişi anlamı taşımaktaydı. Bu da saltanat rejimlerinin işini kolaylaşmıştı. Artık “fetva”larla birçok “engel”i aşmak mümkündü!
Evet, bilgi ve bilinç merkezli olmak yerine, taklitçiliğe ve “ulema”nın belirleyiciliğine dayalı din anlayışlarının yerleşik hale gelmesiyle birlikte, dinin anlaşılması ve yaşanmasında “fetva” mefhumuna son derece merkezî bir rol biçilmiş, bu da “fetva” mefhumunun istismarını kolaylaştırmıştır.
“Fetva almak”, yerini zaman zaman “fetva koparma” çabasına bırakabilmiş, bâtıl uygulamalarını “fetva kopararak” meşrulaştırma yoluna giden saltanat rejimlerinin açtığı yolda, yapmayı kafasına koyduğu yanlış bir iş için vicdanını susturmak isteyen, işleyeceği günaha ortak arayan ya da işleyeceği günahı başkasının boynuna yüklemek (!) isteyen başka insanlar yürümüştür.
Günümüzde bu trend giderek daha da yaygınlaşan bir tutumu ifade etmektedir. Artık birçok insan önce bir işi yapmaya karar vermekte, ardından da bu işin fetvasını aramaya koyulmaktadır. Neticede de “fetva koparılacak” bir kapı bulmak mümkün olmaktadır.
Mesela, faizli krediyle ev, araba, yazlık almayı kafasına koyup da, Kur’an’ın “Allah ve Rasulü ile savaş” olarak nitelediği (Bkz. Bakara 2/279) bu iş için “zaruret” adı altında fetva arayıp bulanlar az değil bugün.
Kulağımıza çalınan son ibretlik “fetva” vakası, ticaret süsü verilmiş bir küresel saadet zinciri konusunda (1.800 dolar verilerek dahil olunan bir küresel sömürü tezgâhı bu), bu zincire dahil olmuş bir grup genç tarafından Abdulaziz Bayındır’dan koparılamayan “fetva”nın, Şerafettin Kalay’dan koparılması şeklinde kendini göstermiştir.
Konuyla ilgili fıkhî bilgilere sahip olmadıkları halde gençlerin ailelerinin dahi vicdanen kabul etmedikleri, rahatsızlıklarını dile getirdikleri bir sömürü tezgâhı için bile “fetva koparılacak” birileri bulunabiliyorsa, “fetva” mefhumunun yeniden ele alınmasının vakti geçiyor demektir.