FETÖ Niçin ‘Acele’ Etti?

FETÖ müthiş bir kibire kapıldı. Gazeteci görünümlü militanlar, hükümeti yıkmaktan; polis şefleri, uluorta “başbakanın bileklerine kelepçeyi bizzat geçirmek”ten ve “bakanlar kurulunu emniyet müdürlüğüne toplamak”tan bahsetmeye başladı.

Atilla Yayla / Serbestiyet.com

Liberal düşünür F. A. Hayek’in serbest piyasa ekonomisi hakkında ilginç bir tahlili var. Hayek, piyasa ekonomisi mevcut ve işliyor olmasaydı böyle bir ekonomik sistemin mümkün olabileceğini akıl edemeyeceğimizi belirtiyor. Gerçekten özel mülkiyet, piyasa ve fiyat sistemi, çıplak akla dayanarak yaratılamayacak beşerî kurumlar. Hattâ -- yaratmayı bir yana bırakın -- sırf akıl yürüterek anlaşılmaları ve izah edilmeleri bile zor. Bundan dolayı olsa gerek, siyasî çizginin orasında burasında yer alan birçok rasyonalist, piyasayı ve piyasa müesseselerini bir türlü kavrayamıyor ve kabullenemiyor.

Benzer bir şey FETÖ için de söylenebilir kanaatindeyim. FETÖ var olmasaydı var olabileceğini çok zor akıl edebileceğimiz, belki hiç akıl edemeyeceğimiz kadar girift, sinsi ve hilebaz bir örgüt. İçimizdeki en kötüler dahi FETÖ’deki kadar kötülüğü bünyesinde toplayacak bir yapı tesis etmeyi hayal edemezdi.

Bu karanlık ve korkunç örgüt hakkında her gün yeni bilgiler ediniyoruz. Bu bilgilerin bir kısmı devam eden FETÖ yargılamalarının safahatında – iddianamelerle, itiraflarla, savunmalarla – ya da bir kısmı yayın organlarının haberlerinde ortaya çıkıyor. FETÖ’nün dış bağları ve -- özellikle Almanya ve ABD tarafından -- nasıl kuvvetli bir koruma altına alındığı da olaylar geliştikçe iyice belirginleşiyor.

Gerek konvansiyonel gerekse sosyal medyada zaman zaman karşılaştığım bir söz var. Deniyor ki; “ FETÖ devlete değil, devlet FETÖ’ye sızmış.” Galiba doğru. 2013 ortaları itibarıyla genel tabloya bakınca karşımıza çıkan manzara bu. Bütün devlet çalışanları FETÖ mensubu değilmiş ama FETÖ tüm kilit yerleri ele geçirmiş ve siyasetçiler el atmasa devlet içinde asla karşı konulamayacak bir güç hâline gelmiş.

Yayınladığı dergilerin isimleri dahi hem FETÖ’nün ezoterik, gizemli, şifreli, dolambaçlı iç lisanını yansıtıyor, hem de gizli kalmaya ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Sızıntı ve Yeni Ümit gibi. Sızıntı örgütün en uzun soluklu ve muhtemelen örgüt içinde en çok önemsenip sevilen misyon dergisiydi. Örgütün yapısından ve fikriyatından habersiz bakılınca, derginin adı sanki “kalplere sızma”yı ima ediyormuş gibi görünüyordu. Oysa, bu adın asıl ifade ettiği, devlet ve toplum içinde önem taşıdığı düşünülen her yere sızmak ve kalıcı biçimde yerleşmekmiş.

Nitekim FETÖ her yere sızmış da. Sızmak ne kelime; öylesine çok ve derin sızmış ki, birçok yerde FETÖ değil FETÖ’cü olmayanlar sızıntı olarak kalmış. Başka bir deyişle, FETÖ hemen her önemli resmî kurumu ve birbirine zıt görünen yerlerde duran sivil toplum çevrelerini ya tamamen ele geçirmiş, ya da kontrol ve manipüle edebilecek güce erişmiş. Bu durumda olmayan az sayıdaki yer de, ya yeterince önemli görülmeyip FETÖ’nün ilgi alanına girmediğinden ya da tesadüf eseri kurtulmuş.

2010 yılı sonları ve 2011 yılı başları itibarıyla durum şu: FETÖ orduyu, emniyeti, askerî istihbaratı, polis istihbaratını, yargıyı, ceza evlerinin idaresini, bilişim kuruluşlarını, TÜBİTAK’ı, YÖK’ü, birçok üniversiteyi, mülkî makamları ve bazı bakanlıkların kilit birimlerini avucunda toplamış. Kontrol altına almış. Sivil toplumda da epeyce kök salmış. Hem binlerce sözümona STK kurmuş, hem de kendi kurdukları dışında incelemedik ve gerek görüyorsa sızmadık STK bırakmamış. Tahmin edileceği üzere, medyayı da ihmâl etmemiş. Sadece kendisinin gayet yaygın ve güçlü medyasını oluşturmakla kalmamış; TRT başta olmak üzere tüm medya organlarına adamlarını yerleştirmiş. İstihbarat ağlarını elinde tuttuğu için, en solcusundan en Kemalistine her gazeteyi kullanabilecek donanıma erişmiş.

Bu tabloyu özetleyince karşımıza mühim bir soru çıkıyor. Böylesine büyük bir güç temerküzünü gerçekleştirmiş, neredeyse istediği her şeyi yapabilen, “pis” işlerin “yararını” kendisine saklarken yükünü, sorumluluğunu, itibar kırıcılığını başkalarına -- yani siyasî kişilere ve ekiplere -- yıkabilen FETÖ, gücünün kaynağı olan kadrosunu ve gizliliğini deşifre etme tehlikesini içeren, çok göze batıcı bir hareketliliğe niçin girdi? Neden, başarısız operasyonlardan sonra geriye çekilmek ve saklanmak yerine daha da cüretkâr davranıp, bardağı taşıracak kadar ileri gitti? Hangi sebep veya faktörler onu, gizlice verdiği ve muhataplarının çoğu zaman farkına bile varmadığı bir savaşı açığa vurmaya yöneltti?

Şurası kesin: Meşru otoriteler -- yani yasama, yürütme ve yargı -- tarafından FETÖ’ye karşı savaş açılmış bile olsa, böylesine korkunç bir örgütün çapını ve üyelerinin tam listesini, örgütlenme biçimini, çalışma taktiklerini hiç kimse tam olarak tespit, hattâ tahmin edemezdi. Kendi kendini deşifre etmeseydi, FETÖ unsurlarına dokunmanın meşru ve gerekli olduğunu bazı kesimlere kabul ettirmek çok zor olurdu. Zayıf ve yetersiz tasfiye hareketleri demokrasi, hukuk ve adâlet duvarlarına toslatılarak etkisizleştirilirdi. Bu şartlarda FETÖ’nün tek yapması gereken şey beklemek ve mutad örgütlenme tarzını sessizce, derinden sürdürmekti.

Zira devlet demek uzun vadede bir bürokratlar ordusu demektir. FETÖ bürokratik mekanizmanın kendini yenileme ve mensuplarını yukarılara taşıma kanallarını zaten eline geçirmişti. Meşru ve gayri meşru her yolu kullanarak bunu yapabilmekteydi. Politikacıların bu tahakkümü, bırakın kırmayı, fark etmesi bile zordu. Bir örnek vereyim. Cumhurbaşkanına birini ataması için ordu tarafından üç yaver adayının ismi gönderiliyor. Cumhurbaşkanı bunlardan birini seçiyor. Adayların tamamı FETÖ’cüyse, adayları seçen ve onlar hakkında idare ve istihbarat soruşturmalarını yapanlar da FETÖ’cüyse, cumhurbaşkanı tercihini onların gösterdiği dosyalara dayanarak yapacaksa, bir FETÖ elemanını yaver atamaktan başka ne seçenek kalıyor? İşte durum buydu. FETÖ’nün devleti yüzde yüz ele geçirmesi sadece birkaç yıl içinde gerçekleşebilecekti. 2020’li yılların başında FETÖ’nün devleti işgal hareketi kesinlikle tamamlanmış olacaktı.

Tabloyu yeterince tam ve doğru tasvir edebildiysem, soruyu tekrar hatırlatayım: FETÖ neden beklemek yerine gitgide alenileşmesine ve deşifre olmasına yol açacak (idarî ve hukukî görünümlü, ama tamamen politik) operasyonlara girişti? Neden gizli siperlerinde beklemek, rakip ve düşmanlarına kolay fark edilemeyecek, edilse de faili anlaşılamayacak pusular kurmaya devam etmek yerine, açığa çıkıp tetiğe asıldı? Bazı yazarların diliyle, niçin kılıcını çekti? Gezi’de niçin öne çıktı? 7 Şubat 2012’de binlerce adamını niye MİT operasyonuna yönlendirdi? İdarî-hukuki ve medyatik bir operasyon olan 17/25’e hangi sebeple kalkıştı? Ocak 2014’te MİT tırlarına niçin düşman ordusuna operasyon yapar gibi saldırdı? Nihayet, niçin 15 Temmuz darbesine soyundu?

Bu sorular etraflı olarak incelenmeli ve cevaplanmalı. Sadece gazete yazılarında değil, bilimsel araştırmalarda, belgesellerde, hikâye ve romanlarda, biyografi ve otobiyografilerde ele alınmalı. Bu, hem FETÖ olayını bütün yönleriyle aydınlatabilmek ve anlayabilmek, hem de bu sevimsiz tarihten toplumumuzun ve demokrasimizin geleceği yararına gerçekten ders çıkarabilmek için gerekli ve zorunlu.

Önceki yazımda, FETÖ’nün klasik yöntemlerini kullanmaya devam etmesi halinde birkaç sene içinde devleti tamamen ele geçirmesi mümkünken niçin “acele” edip deşifre olmasına yol açacak eylemlere giriştiğini sormuştum.

Bu yazıda, soruyu cevaplamaya yardımcı olabilecek üç muhtemel sebep üzerinde duracağım.

1. Erdoğan korkusu ve nefreti

Zamanın başbakanı Erdoğan, hem siyasî zekâsı ve sezgisi, hem devletin işleyişini gözlemlemek açısından avantajlı pozisyonda bulunması sayesinde, ne olduğunu -- aslında yine de geç olmakla beraber -- ilk görenlerdendi. Ondan önce de olacakları tahmin eden birkaç kişi vardı ve bildiğim, işittiğim kadarıyla onlar Erdoğan’ı bilgilendirdi, ikaz etti. Erdoğan bu uyarılara itibar ve iltifat etmedi. Hem Müslüman kardeşliğinin, hem de iktidarının hemen hemen her dinî grup gibi Gülencilerin de kamu kurumları içinde yer almasının yolunu açmış -- bir bakıma onlara “iyilik yapmış” -- olmasının bunu imkânsız kılacağını sanıyordu. Ancak çok geçmeden, kazın ayağının öyle olmadığını anladı. Ortada (başka birçok siyasî gibi) istemeden ve farkında olmadan doğmasına katkıda bulunduğu bir canavarın olduğunu gördü. Mesele din kardeşliği, vefa borcu, iyi niyet gibi şeylerle izah edilemeyecek kadar vahim ve çetrefildi. Bu yüzden, FETÖ’yü (ki o zaman FETÖ değil Fetullahçılar’dı) yok etmek için değil, devlet içindeki varlığnıı sınırlandırmak için harekete geçmeye hazırlandı.

FETÖ bunu öğrenince, her zamanki gibi ‘tedbir’ uygulamak ve görünmezliğe bürünmek yerine savaş açmaya karar verdi. Önce kendi tabanını, sonra etkilemeyi ve manipüle etmeyi başardığı çevreleri, yaklaşan savaşta kendi cephesinde yer tutacak şekilde hazırlamaya başladı. “2011’den sonra değişen AK Parti ve Erdoğan” söylemi bir ölçüde bu hazırlığın anahtar sözüydü (oysa demokratikleşmede ve Kürt sorunun çözümünde en büyük adımlar 2011’den sonra gelmişti).

FETÖ’nün meşru siyasî otoriteye alenen savaş açması, Erdoğan’a ve hükümete karşı operasyonlara girişmesi, gizliliğinin kaçınılmaz olarak zaafa uğramaya başlaması demekti. 7 Şubat 2012 MİT operasyonu Türkiye’nin ilk defa şahit olduğu türden bir olaydı. Erdoğan asıl hedefin kendisi olduğunu söylediğinde neredeyse hiç kimse inanmadı. En yakınındaki bazı kişiler bile “evhamlısın” anlamına gelecek şekilde gülümsedi, sessiz kaldı. Erdoğan haklıydı. Asıl hedef kendisiydi. FETÖ, işi kolaylaştırmak için problemin AK Parti değil Erdoğan olduğu söylemini yarattı. Erdoğan gitmeli ama AK Parti yola devam etmeliydi. Tabii bu durumda AK Parti kaçınılmaz olarak FETÖ’nün güdümüne girecekti. Bereket versin işler FETÖ’nün istediği, planladığı gibi gelişmedi. Bu satırların yazarı dâhil pek çok kimse FETÖ’ye uyanmaya başladı. Buna karşılık maalesef (bu satırların yazarının bazı eski arkadaşları da dâhil) birçok kimse, tabiri caizse uyumayı sürdürdü ve hattâ -- asıl korkuncu -- bile isteye FETÖ’nün yanında saf tuttu, tutmaya devam etti.

Akla gelen bir soru, FETÖ’nün neden Erdoğan’a karşı bir suikast düzenlemediği. Bu pekâlâ mümkündü. Erdoğan koruma kadrosunun FETÖ’cülerle dolduğunu öğrenince bir hamlede görevlilerin tamamını değiştirdi. Ama yeni gelenler arasında da FETÖ’cülerin olması mümkündü, hattâ gayet muhtemeldi. Buna rağmen FETÖ bir suikaste girişmedi ve bir süre sonra bunu yapamayacak duruma geldi. Yapabilecekken yapmamasının sanırım iki sebebi vardı. İlki, FETÖ’nün Erdoğan’dan intikam alma isteğiydi. FETÖ Erdoğan’dan sadece kurtulmak istemiyor; onu aşağılayarak, rezil rüsva ederek kurtulmak istiyordu. İkincisi, Erdoğan’ın kahraman olmasından korkuyordu. Suikaste kurban giden Erdoğan kahramanlaşır ve destanlaşırdı. Bu da FETÖ’nün işine gelmezdi. FETÖ kanaatimce bu yüzden de suikast işine girişmedi. Ama FETÖ’nün yöntemleri arasında suikastlerin de bulunduğunu biliyoruz.

2. Güç zehirlenmesi ve kibir

HSYK’yı ele geçiren FETÖ kırılmaz bir güç halkası ve müthiş bir korunma kalkanı yarattı. MİT’e tam olarak hâkim olamamıştı. Ama en mühim ve en korunaklı yerler elindeydi. Özellikle yargı. Yargı bürokrasisinin abartısız yarısı FETÖ’nün kontrolü altındaydı. Neredeyse başbakandan bile korunaklı olan askerlere -- özellikle genelkurmay başkanına – karşı Ergenekon, Balyoz ve Casusluk dâvâlarında işletilen mekanizmanın başbakana karşı da kullanılması pekâlâ mümkündü. Niyet de oydu. MİT operasyonlarında da, 17/25 Aralık’ta da yargı başroldeydi.

FETÖ ülke içinde yenilmez bir güç hâline geldiğine inanıyordu. Yenilebilmesi için, rakipleri (düşmanları) tarafından rakip (düşman) olarak görülmesi gerekiyordu. Oysa o (FETÖ) ortada yoktu. O herkesi (her kişiyi, her grubu) görüyor, ama onu ya hiç kimse görmüyor ya da gören birkaç kişi neredeyse meczup muamelesine tâbi tutuluyordu. Herkes ya dağınık veya (örgütlüyse bile) çok küçüktü. FETÖ ise hem örgütlü, hem de tüm diğer örgütlere nispetle çok büyüktü. Ayrıca onun örgütü (işleyişi, üyelerinin emre itaati, lidere sadakati vb bakımlardan) diğerleriyle karşılaştırılamayacak nitelikteydi.

 “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak surette yozlaştırır” demişti Lord Acton. Doğru. Fakat benim gibiler bu sözü hep politikacılar için kullanır. Halbuki devlet sadece politikacılardan ibaret değil. Uzun vâdede asıl güç bürokratların elinde. Politikacı yozlaşıyorsa bürokrat niye yozlaşmasın? Yozlaşıyor da. FETÖ’yü bir tür bürokratik yozlaşma hareketi olarak okumak da mümkün. Muazzam bir bürokratik güç biriktiren FETÖ bu yüzden kendi kendini yozlaştırdı. Gücün meşruiyetiyle değil kendisiyle ilgilendi. Demokrasinin usul kurallarını da, bürokratın siyasal itaat yükümlülüğünü de görmezden geldi. Çok güçlü olduğuna ve başbakanın (Erdoğan’ın) dahi onu alt edemeyeceğine inandı. Netice itibariyle Türkiye sınırlı bir demokrasiye sahipti; bürokratik gücün siyasî gücü tedip ve terbiye etmesi geleneği güçlüydü. FETÖ rüyasına kavuşmuş, devlet gücünü ele geçirmişti. Gücünü bilen ama gücün meşruluk edinmesinin şartlarını bilmeyen (veya önemsemeyen) FETÖ müthiş bir kibire kapıldı. Gazeteci görünümlü militanlar, hükümeti yıkmaktan; siyasetçiye itaat etmekle yükümlü polis şefleri, uluorta “başbakanın bileklerine kelepçeyi bizzat geçirmek”ten ve “bakanlar kurulunu emniyet müdürlüğüne toplamak”tan bahsetmeye başladı.

İşte bu güç zehirlenmesi FETÖ’yü “artık zamanı geldi” düşüncesiyle savaşı açığa vurmaya ve tırmandırmaya itti. Daha fazla beklemek gereksizdi. FETÖ’cüleri tutabilene aşk olsundu!

3. Uluslararası konjonktür ve büyük patronun hareket emri (talebi)

FETÖ özellikle son yirmi yılda uluslararası bir güce dönüştü. Bu, ciddî bir dış destek olmaksızın yapılamazdı. FETÖ bu desteği buldu. Destek sağlayan güç ondan daha büyüktü. Zayıfı acımasızca ezme, ama kendinden güçlüye iraat etme tarzını benimsemiş olan FETÖ, emre uymaktan başka yol izleyemezdi. İzlemedi.

Uluslararası konjonktür, Başbakan Erdoğan’ın 2009’da Davos’taki “one minute” çıkışından itibaren Türkiye aleyhine oluşmaya başladı. Batı’nın başat güçleri biz zamanlar “ılımlı İslâm”ın öncüsü ve sözcüsü olarak gördükleri Erdoğan’da artık tam tersini, radikal İslâmcılığı görmeye başladı. Bu, çok kullanışlı bir suçlama âletiydi. Seçimle gelen, geçmişinde silâh bulunmayan, İslâmcı değil dindar-muhafazakâr bir politikacı olarak Erdoğan, yurt içinde FETÖ, yurt dışında devletlerinin politikasına sadık medya gibi araçlarla iki yıl içinde radikal bir İslâmcıya dönüştürüldü. Asıl radikal olan, kurduğu örgüt (Allah korusun) kuracağı ülkenin özellikleri hakkında ipuçları veren Gülen ise ılımlı Müslümanlığa terfi ettirildi.

2011’de Suriye’de patlayan iç savaş. Batı’nın Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye’ye ilişkin olumsuz algısını iyice netleştirdi. Türkiye geleneksel olarak yaptığı gibi Batı’ya tam uyum sağlamıyor; kendisine biçilen rolü oynamak yerine kendi planlarını yapmak ve uygulamak istiyordu. Bu, tahammül edilemez bir durumdu. Türkiye Suriye’de olduğu gibi Mısır darbesinde de Batı’dan farklı bir yerde durdu. Bu tutum da Batı’yı açığa düşürmekteydi.

Türkiye’nin hizaya sokulması şarttı. Bunun için önce Erdoğan’dan kurtulmak gerekiyordu. FETÖ bu istikamette bir talimat aldı veya zaten nefret ettiği Erdoğan’a karşı harekete geçmeye teşvik edildi. Muhtemelen bu yolda FETÖ’ye bazı garantiler de verildi. FETÖ’nün 17/25 Aralık (2013) ve MİT tırları (2014) operasyonlarının ardından 15 Temmuz (2016) darbe teşebbüsü böyle geldi.

İşte bu üç sebeple FETÖ, bir beş on yıl daha bekleyip tüm ülkeyi avucuna almak yerine harekete geçti. Sonuç ortada. FETÖ tüm operasyonlarında başarısız oldu. Toplumsal meşruiyeti sıfır. Kadroları deşifre oluyor. Suç işleyenler yargılanıyor ve mahkûm ediliyor. Bazıları yurtlarını terk ediyor. Sanılmasın ki bu sadece AK Parti’nin veya Erdoğan’ın meselesidir. İktidarda kim olursa olsun bu mücadele sürecektir, çünkü söz konusu olan ülkenin bekası, bağımsızlığı ve demokrasisidir.

FETÖ ile mücadele sürüyor. Bu mücadelede yanlışlar elbette var. Bunların olmaması ve olduysa telâfi edilmesi için hassas davranmalı ve yardımcı olmalıyız. Ancak, gerçek veya muhayyel hatalar FETÖ’nün korkunç yüzünü; bu örgütle mücadelenin bir beka, adalet, ahlâk, insanlık ve demokrasi görevi olduğunu görmemizi engellememeli.

FETÖ iyi ki acele etti. Halk deyişiyle, onu Allah şaşırttı. FETÖ’nün bu aceleciliği belki de kendisinin sonu ve milletimizin (aynı zamanda, umarım, bir zamanlar bu cemaatin tabanında yer alan ama bir suça en azından doğrudan bulaşmamış kimselerin) kurtuluşunun vesilesi oluyor.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!