Festivalin ödül töreni mi, miting mi?

Ali Osman Aydın, Altın Portakal Film Festivali'nde yaşananlardan hareketle Kemalist rejimin sinemaya yaklaşımını analiz ediyor.

Ali Osman Aydın / Yeni Akit

Festivalin ödül töreni mi, miting mi?

Altın Portakal Film Festivali ödül töreni yapıldı birkaç gün önce. Daha çok bir mitingi andırıyordu tören. Sanattan çok siyaset başroldeydi.

Gecenin en çok kullanılan tanımlamalarından biri “zorba zihniyet” idi. Bol bol ülkenin içinde bulunduğunu düşündükleri “karanlıktan” bahsedildi. Devletten, şimdiye kadar almadıkları kadar parasal yardım alan, ödül gecesini siyasi şova dönüştüren, sokak röportajlarından pek de farklı olmayan bir yüzeysellikle iktidara saldıran “sanatçılar”; özgür olamamaktan, “baskıdan”, “sanat düşmanı iktidardan(!)” bahsettiler. Bir de Gezi ayaklanmasından…

Tabii en çok da Atatürk’ten… İlgili ilgisiz, sürekli bir Atatürk vurgusu vardı, onun açtığı yolda ilerliyorlardı falan… Bildiğimiz teraneler.

“Baskıcı” diyerek Erdoğan’a sallayıp, özgürlükçü diyerek Atatürk’ü göklere çıkarmaları bizim sanat çevrelerinin sadece cehaletleriyle ilgili değil statükoculuklarının iflah olmazlığıyla ilgili de bir fikir verebilir.

****

Türk sineması öteden beri Batılılaşmacı Kemalist iktidarın bir aparatıydı. En büyük işlevi iktidarın “ilerlemeci” tezleriyle ilgili misyonerlik yapmak, “cahil halkı” eğitmekti. Bu yüzden özgün ya da yenilikçi değildi. Taklitçiydi. Yerli değildi, oryantalistti. Başat değeri Avrupailikti. Avrupa’ya gözleri kamaşarak, halka ise tepeden bakardı. Köylülük cehaletle, kan davasıyla, ilkellikle, yağlı tavuk budunu elle yemekle özdeşti ve bu yüzden ondan kurtulmak, şehirli olmak, Batılı gibi yaşamak en büyük ideasıydı. Behçet Kemal’in “Daha yıllar sürecek fethi Anadolu’nun”,  dediği şiirdeki gibi %80’i köyde yaşayan Anadolu insanını manen “fethetmek”, “medenileştirmek” istiyordu Türk sineması. Bu yüzden laik- Avrupai değer yargıları merkezindeydi, Müslümanlıkla ilintili her şey onun “öteki”siydi.

CHP’nin ta 1936 tarihli raporunda sinemanın kitle üzerindeki etkileri analiz edilmişti.

O raporda, insanların sinemada gördüklerini benimsemeye meyilli oldukları; toplumun dörtte üçünün isteyerek veya istemeyerek sinemanın etkisinde kaldığı; özellikle ortalama kadın seyircinin, sinema salonlarından davranış, görgü ve nezaket kuralları dersleri aldığı, bu nedenle sinemanın, en etkili millî propaganda aracı olduğunun altı çiziliyordu. İzmir İktisat Kongresi’nde ziraat ve maarif meseleleri ile ilgili olarak “ahlaka aykırı olmamak kaydıyla yeni bir iletişim aracı olan sinemadan yararlanılmasından” bahsedilmişti.

Mesela çocuklar için yapılacak filmlerde çocuklara vatan sevgisi ve yeni rejimin iyilikleri telkin edilebilirdi.

1931 yılında Dahiliye ve Maarif bütçe görüşmeleri esnasında “Beş altı sene evvel İstanbul’da sayıları yüz otuza varan tiyatro ve sinemalardan ancak kırk tane kalabildiğinden bahsediliyordu. Bunun nedeni %47 civarındaki aşırı yüksek vergilerdi. Şimdiki gibi devlet desteği, propaganda filmleri hariç, söz konusu bile değildi. Buradan yola çıkarak Cumhuriyet Dönemi’nin sinema anlamında da Osmanlı döneminden daha geri bir noktada olduğu söylenebilir. 

1931’in Resmî Gazetesinde  (S. 1710.) yayınlanan bir kararda “ülkeye getirilecek sinema filmlerinin ‘inkılabın amaçlarına’, toplumsal yapıya uygun olmasını ve özellikle çocukların ve gençlerin terbiyesine ve aydınlanmasına hizmet eden filmler hazırlayacak kuruluşların daha fazla “müsaadeye mazhar edilmelerini” sağlayacak surette hükümet tarafından bir kanun layihası hazırlanmasına karar verildi.” deniyordu. Yani kimse kafasına göre film yapamayacaktı! Tabii ki “”toplumsal yapı ve gençlerin terbiyesi” derken kastedilen yeni düzen yani laik değerlerdi.

Yine 1932 yılında sinema filmlerinin kontrolüne dair bir talimatname Resmî Gazete’de yayınlandı. “Talimatnameye göre gerek dâhilde yapılan gerek hariçten getirilen filmler halka gösterilmeden önce sansür kurulu tarafından incelenecekti”. İncelemede polis müdürü ve emniyet müfettişi hazır bulunacaktı. 

Din propagandasını hedef alan ve toplumsal terbiye ve adaba ve genel emniyet ve düzene olumsuz etkisi olan ve ülkenin aleyhine iftira içeren ve dost devletlerle olan siyasî ilişkileri bozan filmlerin Türkiye’de gösterilmesine izin verilmeyecek”ti.

Sansür uygulaması azalan bir etkiyle 80’lerin sonuna kadar sürdü. Türk sineması Kemalist bürokrasinin kendisine çizdiği dar alanda mevcudiyetini sürdürdü. Bu yüzden gelişemedi, büyüyemedi, yetkinleşemedi. Fakat, birkaç istisnayı saymazsak, hiçbir zaman Kemalist bürokrasi ile hesaplaşacak özgüvene ve cesarete sahip olamadı. Aksine Kemalist Batılılaşma hareketini meşrulaştıran ideolojik bir aygıt oldu.

Bugünün iktidarını en yüksek perdeden eleştiren sanatçılar şunu unutmasınlar: Eski düzen devam etmiş olsaydı Altın Portakal’da yarışan filmlerin önemli bir kısmı hiçbir zaman yarışma ve gösterilme şansı bulamayacaklardı. Hatta bu durumu eleştirme şansları bile olmayacaktı!

Haber Haberleri

Suriye yeni bir hikayeye başlarken bize düşen sorumlulukların farkında olmalıyız!
Sistematik bir katliamı "Bahane" olarak görme hezeyanı
Türkiye’deki Suriyeli muhacirler Halep’e dönmeye başladı
Şeyho Duman vefat etti
BM temsilcisine Hamas protestosu