Feminist ideolojiden kurtulmak!

SİNAN ÖN

“Dünya egemen sistemlerinin olmazsa olmaz ideolojilerinden birisi nedir?” diye sorulsa, birçok kişinin “Kadın hareketleri” cevabını vereceğinden kuşku duymuyorum. Çünkü her yerde varlar, çok güçlüler, tüm imkânları ile propaganda yapıyorlar ve bu hareketi desteklemeyenleri rahatlıkla aforoz edip, linç edebiliyorlar.

İdeolojiler, propaganda araçlarını ele geçirdikleri oranda yayılırlar. Bizim dezavantajlı durumumuz burada ortaya çıkıyor. İdeolojik hâkimiyeti ele geçirenler, kendilerine karşı oluşan hareketleri daha oluşmasına dahi fırsat vermeden engelleyebilecek şekilde bu araçlara sahipler. Sonuç “Benim dediğim doğrudur. Bunun dışındaki hiçbir fikir ve anlayışın hayat hakkı, ifade hürriyeti yoktur” tahakkümüne dönüşüyor. Dolayısıyla bütün hâkim ideolojilerin yaptığı gibi feminist harekette bastırma-susturma araçlarını çok iyi kullanıyor.

Feminizm; kendine has kalıp hükümleri, faaliyetleri ve sorgulanamaz tek taraflı penceresi olan bir düşünce dünyasına sahip. Düşünceler, söylemler, sloganlar bu dünyanın duvarları arasında kendini tekrar edip duruyor. Duvarların dışındaki dünya umurlarında bile değil. İçeriye sızacak ya da dışarıya kaçacak bir delik dahi bırakmak istemiyorlar. Bu duvarların dışına çıkabilmek ancak bir fare deliğinden geçebilmekle mümkün gözüküyor. Sanırım Virginia Woolf; “Kendine ait bir oda!” ararken bunu kast etmiyordu.

Siyasetten hukuka, felsefeden edebiyata her sahada; küresel şirketlerin, uluslararası kuruluşların ve medyanın her türlü desteği ile uzun yıllardır biriktiren bir ideolojiden bahsediyoruz. Böyle bir ideolojinin içindeyseniz büyülü ortamından çıkmanız ya da farklı bir pencereden bakıp, büyülenmiş kimselere karşı düşüncelerinizi duyurmanız neredeyse imkânsızdır.

Bununla birlikte feminizm ideolojisinden kurtulanlar da var ve bunların tecrübeleri fare deliğinden geçmek isteyenlere rehberlik ediyor. Bu kurtuluş hikâyelerinden birisi; Cassie Jaye isimli eski bir feministe ait.

Amerika’da tiyatroculuk yapan Jaye, genç bir kız olarak Hollywood’la tanışır. Ancak yapımcıları ile rol arkadaşlarının tacizleri ve ahlaksız teklifleri sebebiyle kısa bir süre sonra oyunculuğu bırakır. Bu kötü muameleler onu feminist harekete dâhil edecektir. Bir kamera alarak kariyerini belgesel filmler, kısa hikâyeler çekerek oluşturmaya başlar. Çalışmalarının merkezinde ise “Kadın hakları” vardır.

Feminist bir eylemci olarak belgesel filmler üretir. Ancak bir zaman sonra aynı şeyleri tekrarladığını görür. Farklı, dikkat çekici, üzerinde çalışılmamış konular aramaya başlar. Bununla birlikte tek bir derdi vardır; “Kadın hakları konusunda farkındalık oluşturup feminist harekete güç katmak!”

Farklı bir konu arayışına giren Jaye, fare deliğinin ışığını görmüş, hiç beklemediği bir dünya ile karşılaşmıştır. Kendine “Erkek Hakları Hareketi” adını veren bir grup ve bunların sesini duyurmaya çalışan bir web sitesinin varlığını fark eder. “Kadın düşmanı” olan bu siteyi hemen incelemeye başlar.

İnceleme sırasında karşılaştığı siteler, forumlar, blog ve vloglar derken; kimsenin bu kadın düşmanı hareket hakkında çalışma yapmadığını fark eder. “Bu kadın düşmanlarının bir belgeseli yapılmalı ve ne kadar zararlı oldukları ortaya çıkarılmalıdır.” diye düşünür.

Bu düşüncelerle harekete geçen Jaye, 3 yıl boyunca araştırmalar yapar. Gördükleri karşısında fare deliğinden girdiğini fark etmiştir. Röportajlar, okudukları, şahit oldukları üzerinden “The Red Pill” belgesel filmini çeker. Film çok başarılı olur. Jaye; yaşadıklarını, düşüncelerini ve “Feminizmden kurtuluş” tecrübelerini bizimle paylaşmış.

“Feminizmle gurur duyuyordum!”

2013 yılında, düşmanlarımla tanışmaya karar verdim. 27 yaşında, ödüllü bir belgesel yapımcısıydım, feminist olmaktan gurur duyuyordum ve Erkek Hakları Hareketinin karanlık yüzünü açığa çıkarmaya kararlıydım. O zamanlar Erkek Hakları Hareketi hakkında bütün bildiklerim internette okuduklarımdan ibaretti.

Yani bu kadın düşmanı bir nefret grubuydu ve kadın eşitliğine karşı çalışıyorlardı. Benim daha önceki çalışmalarım kadın sorunları üzerineydi. Doğum hakları, bekâr annelik ve BTMM (Bilim-Teknoloji-Mühendislik- Matematik) sahalarına kızların daha fazla girmesi üzerine belgeseller yapmıştım.

Erkek Hakları Hareketi konusunda daha önce hiç kimsenin belgesel yapmadığını öğrendiğimde bunu bir fırsat olarak gördüm. Bu bence eşitliği engelleyenleri afişe ederek, kadın eşitliği mücadelesini sürdürmek için bir fırsattı. Böylece bir yıl boyunca Kuzey Amerika’da dolaşarak Erkek Hakları Hareketi mensupları ve liderleriyle görüşmeler yaptım. Gittiğim yerlerde erkek hakları savunucusu kişilerle 2 saatten, 8 saate kadar süren röportajlar yaptım ve toplam 44 kişiyi filme aldım.

“Peşin hüküm…”

Belgesel yapımcılığında önemli bir kural vardır: belgeselci insanların sözünü kesmez. Bu nedenle soruları soruyor ve onların hayat öykülerinin tamamını kaydediyordum. O zaman bir şeyi fark etmemişim. Şimdi geriye bakınca görüyorum. O görüşmeleri yaparken, aslında dinlemiyormuşum. Söylediklerini duyuyor, kameranın kayıtta olduğunu görüyor ama düşmanımın karşısında oturduğum için o anlarda, onları dinlemiyormuşum.

Bu sırada ne mi yapıyordum? Peşin hükme, önyargıya giriyor ve inanmak istediğim şeyi ispatlayacak bir cümleyi, hatta birkaç kelimeyi duymayı bekliyordum. Yani kadın düşmanını bulduğumu. Kadınlara karşı savaşın infilak noktasını keşfettiğimi sanıyordum.

Erkek hakları savunucularından biri bana şöyle söylemişti; “Dışarıya çık ve etrafına bak; gördüğün her şeyi bir erkek inşa etti.” Yaaa! Bu söz bana çok kadın karşıtı geldi ama dişlerimi sıktım ve sessizce oturdum. Bir belgeselci öyle davranmalıydı. Fakat bu esnada, bütün azı dişlerim birbirine geçti. Bir yıl süren çekimlerden sonra biriktirdiğim 100 saatlik kaydı incelemeye başladım. Kaydı tekrar oynatıyor ve konuşma metinlerini yazıyordum.

Şuna inanın ki hiç kimse sizi, sözlerinizi yazıya döken biri kadar iyi dinleyemez. Yani her kelimeyi titizlikle yazıyordum. Bu aşamada şunu fark etmeye başladım; benim bazı sözlere gösterdiğim refleks, otomatik tepkilerin aslında haklı bir temeli yoktu. Ve benim incinmiş hissetmem dikkatli bakınca yersiz duruyordu.

“Köprüleri ve gökdelenleri erkeklerin inşa ettiğini söylemek” kadın düşmanı olmak mıydı? Şöyle düşünmüştüm, peki buna karşı cinsin senaryosu ne olurdu? Belki bir feminist şunu derdi; “Etrafına bir bak; gördüğün herkesi bir kadın doğurdu!” Vay be! Bu sağlam bir söz ve doğruydu. İyi de bu erkek düşmanlığı mıydı? Sanmıyorum. Bence bu, bizim topluma yaptığımız benzersiz ve değerli katkının tanınmasıydı.

“İç sesim…”

The Red Pill belgeselini çekerken bir günlük tutmuştum ve fikirlerimdeki dönüşümü izleyebiliyordum. O yıl yaptığım, 37 günlük kaydıma bakınca ortak bir tema olduğunu gördüm. Sık sık, bir erkek hakları savunucusunu masum ve haklı bir konuya değinirken duyuyor ama ben kafamda bu açıklamalara eklemeler yapıp, cinsiyetçi veya kadın karşıtı bir anlam yüklüyordum. Çünkü isteyip de söylemediği şeyin o olduğunu varsayıyordum. Bu nasıl oluyordu?

Bir erkek hakları savunucusu bana şunu söylüyordu; “ABD’de, aile içi şiddete uğrayan kadınlar için 2.000 den fazla sığınma evi var fakat erkekler için sadece 1 tane. Oysa birçok güvenilir araştırma, şiddete erkeklerin de eşit oranda uğradığını gösteriyor.” Ancak “Erkeklerin gidebileceği sığınma evi yok” ana temalı sözleri ben şöyle duyuyordum: “Kadınlar için 2.000 sığınma evine gerek yok. Kötü muamele deyip hepsi yalan söylüyor. Bu tam bir sahtekârlık.

Ama geriye dönüp, kadın sığınma evlerinden bahseden erkek hakları savunucularıyla yaptığım bütün kayıtlara, yazılanlara ve Youtube’daki bütün konuşmalara baktığımda; “Kadın sığınma evlerine destek kesilsin” demiyorlardı. Böyle bir şey yoktu. Tek söyledikleri şuydu: “Erkekler de şiddete maruz kalıyor; bakım ve merhameti onlarda hak ediyorlar.

İkinci örnekte bir erkek hakları savunucusu bana şunu söylüyordu; “Asılsız olarak bir kadına tecavüzle suçlanan yani iftira atılan erkeğe adalet nerede? Adam bu suçlama yüzünden üniversite bursunu kaybetti ve silinmez bir tecavüzcü damgası yedi!” Bunu da şöyle duyuyordum: “Bir kadının tecavüze uğraması çok da önemli değil!” Sanki bu sözlerdeki “Asılsız olarak” kelimesini duymuyordum. Tek duyduğum şuydu; “Tecavüzle suçlanan!” Tabii ki tecavüz önemli bir sorun ve görüştüğüm bütün erkek hakları savunucuları, kime yapılırsa yapılsın bunun korkunç olduğunu düşünüyorlardı.

Sonunda ne söylediklerini kavradım. Onlar cinsiyet eşitliği tartışmasına ekleme yapmak istiyordu. Yapmadığı bir şeyle suçlanan ve bu yüzden bursunu, işini hatta daha da kötüsü çocuklarını kaybeden iyi kalpli, onurlu bir adamın hakkını savunmak istiyorlardı.

Değindikleri bu konuları inkâr edemez hâle geldim. Bunlar gerçek sorunlardı. Fakat düşmanla tamamen aynı fikirde olmaktan kaçmak için onların sözlerine eklemeler yapmayı bırakıp, sorunu kabullenmeye fakat bunun “Kadın sorunu” olduğunda diretmeye başladım. Bunu nasıl yaptım?

Bir erkek hakları savunucusu şunu diyordu; “Çocuk velayeti davalarını erkekler çok büyük olasılıkla kaybeder.” Ona (içimden) şu karşılığı veriyordum; ” Çünkü adaletsiz bir biçimde, kadından bakıcı ebeveyn olması bekleniyor. Velayetin genelde kadına verilmesi, kadına karşı haksızlıktır!”

Ya, evet! Şimdi bu sözlerden gurur duymuyorum…

“Erkek olmanın faturası!”

Diğer örnekte bir erkek hakları savunucusu şunu söylüyordu; "Bütün dünyada intihar edenlerin kabaca % 78’i erkektir.” Ona da (içimden) şu karşılığı veriyordum; “Ama kadınlar daha fazla deniyor. Al bakalım!” Al bakalım mı? Bu bir yarış değildi ki. Ama ben işi yarışa çevirmiştim.

Neden sadece erkeklerin sorunlarını dinleyip anlamıyor, erkek kurbanlara merhamet duymuyor ve gerçek kurbanların kadınlar olduğu fırsatçılığına atlamakta inat ediyordum? Ancak yıllarca süren araştırmalar ve bulguları karşılaştırdıktan sonra erkek hakları savunucuları bana şunu söylüyordu: “Burada çok büyük oranda ve sadece erkekleri etkileyen birçok insan hakları sorunu olduğu inkâr edilemez.”

Örneğin “Babalık sahtekârlığı”* sadece erkekleri etkiler. Mecburi askerlik çağrısı, sadece erkekleri etkiler. İş kazası ve savaşta ölenler büyük oranda erkekler. İntihar oranlarında erkekler önde. Cezada eşitsizlik, ortalama ömür, çocuk velayeti, çocuk nafakası, asılsız tecavüz suçlamaları, mahkemelerdeki tarafgir erkek düşmanlığı. Başarısızlığın suçlusu erkekler. Erkek çocuklar eğitimde geriliyor, evsizler, gazilerin sorunları, hamile kalınınca erkeğin seçim hakkı olmaması, aile içi şiddet mağduru erkek kurbanlara kaynak ayırmama… Yürek burkan, üzücü pek çok sorun var. Ya sen bir kurbansın ya da sevdiğin biri. Bunlar erkeklerin sorunları.

Çoğu kişi erkeğin adını dahi anmaz çünkü şöyle düşünür; “Erkekler zaten bütün haklara sahip, bütün güç ve ayrıcalık onlarda.” Ama bu sorunların varlığı kabul edilmeli. Onlar da bir insan olarak bakımı, dikkati ve çözüm için çabayı hak ediyordu.

“Düşmanı, insan olarak görmenin bedeli!”

The Red Pill filmini çekmeden önce yaklaşık 10 yıldır feministtim ve cinsiyet eşitliği konularında kendimi çok yetkin sayıyordum. Ama erkek hakları savunucuları ile tanışınca nihayet cinsiyet eşitliği denkleminin diğer tarafındakileri de dikkate almaya başladım. Söyledikleri her şeyi onaylıyorum manası çıkmasın. Ama onları dinlemenin ve dünyayı onların gözünden görmenin, çok değerli bir şey olduğunu anladım ve “Keşke seyircilerime de onları dinletsem” diye düşündüm.

Bu bir sıçrama tahtası olabilirdi ve birlikte yaşama konusunda daha yüksek bir şuura ulaşabilirdik. Böylece Ekim 2016’da, film sinemalarda gösterime girdi ve yığınla yazı, görüş ve eleştiri yağmaya başladı. Ancak o zaman, medyanın cinsiyet siyaseti etrafında nasıl bir grupçuluk fikri güttüğünü yaşayarak gördüm. Zorlu bir ders aldım. Düşmanı, insan olarak görmeye başlarsan karşılığında kendi topluluğun seni şeytanlaştırabiliyor. Bana yapılan şey de buydu.

Filmde ele alınan sorunları tartışmak yerine, bir çamur atma kampanyasında hedef haline getirildim. Filmi hiç izlememiş kişiler sinema girişinde protesto yapıyor; “Bu film kadınlara zararlı” diye slogan atıyordu. Kesinlikle zararlı değildi. Ama onların kafa yapısını biliyordum. Eğer bu filmi ben yapmasam ve “Erkek hakları savunucularını anlatan bir belgesel yapılmış ve bu filmde erkekler canavar gibi gösterilmiyor” deseler; ben de bu protestolara katılır, en azından filmin yasaklanması için imza verirdim. Çünkü bana bu adamların düşman olduğu öğretilmişti.

Bana erkek hakları savunucularının kadın eşitliğine karşı olduğu söylenmişti. Ama tanıştığım bütün erkek hakları savunucuları kadın haklarını destekliyor ve basit bir soru soruyorlardı: “Erkek haklarını toplum neden umursamıyor?”

“En büyük zorluk: Nefsim!”

Yine de bütün bu süreçte karşılaştığım en büyük zorluk filmimin protesto edilmesi değildi. Ana akım medyanın bana karşı takındığı tavır da değildi. Ki bazen çok iğrençleşmiş olsa bile. Karşılaştığım en büyük zorluk kendi ön yargılarımdan arınmaktı. Görünen o ki, bu çekimleri yaparken kendi şeytanımla da tanışmıştım. Bana doğru yaptığımı ve onların insanlık dışı olduğunu söyleyen şey düpedüz kendi egomdu.

Artık bir feminist olmadığım sır değil. Ama belirtmeliyim; anti-feminist de değilim, bir erkek hakları savunucusu da değilim. Kadın haklarını hâlâ destekliyorum ve artık erkek haklarını da önemsiyorum. Ancak, şuna inanıyorum ki; eğer bu konuyu gerçekten tartışacaksak, masaya bütün sesleri davet etmeliyiz. Gelgelelim, şu anda bu yapılmıyor. Erkek grupları sürekli iftiraya uğruyor, yanlış bir biçimde nefret grupları olarak anılıyor ve sesleri sistematik bir biçimde kısılıyor.

Eğer bir grup susturuluyorsa bu hepimiz için bir sorundur. Eğer birine veya genel anlamda topluma bir tavsiye vereceksem; incinmeye hazır ruh hâlinden vazgeç ve hakikaten, açık fikirle ve samimiyetle dinlemeye başla. Bu bizim kendimizi ve diğer insanları daha iyi anlamamızı ve birbirimize merhamet hissetmemizi ve çözüm için birlikte çalışmamızı sağlayacaktır. Çünkü hepimiz aynı gemideyiz. Bunu yapmaya başladığımızda nihayet içten dışa doğru iyileşebiliriz. Ama bu mutlaka dinlemekle başlamalı. Dinlediğiniz için teşekkürler.

*Babalık sahtekârlığı iki şekilde olan bir durum. Yaygın olanı; başkasından çocuk yapıp kocasından olduğunu söylemek. Bu oldukça yaygın bir sahtekârlık. Diğeri birden fazla erkekle birlikte olup, çocuğu hangisinden yaptığını bilmeyen kadınların, seçtikleri bir kurbanın üstüne çocuğu yıkma sahtekârlığıdır.