Felsefe geleneğinin insan tasavvuru

Ömer Türker, felsefenin insana nasıl yaklaştığını İslam düşünce geleneği içindeki felsefe ekolünden örneklerle eleştirel bir gözle izah ediyor.

Ömer Türker'in CİNS'te yayımlanan çalışması felsefi düşüncenin insana yaklaşımını irdeliyor. Oldukça değerli sorular etrafında şekillenen tartışma felsefenin insan tasavvurundaki problemli hususlara dikkat çekiyor. Okurlarımız için iktibas ediyoruz.


Felsefe geleneğinin insan tasavvuru

İslam filozoflarının insan tasavvuru ve bu tasavvurla irtibatlı olarak geliştirdikleri bilgi teorisi, bir yönüyle tevarüs ettikleri kadîm bilimsel mirastan, diğer yönüyle İslam dininin oluşturduğu medenî havzanın kendisine özgü duyarlılıklardan hareket eder. Fârâbî, İbn Sînâ, Ebû’l-Berekât el-Bağdâdî, İbn Bâcce, İbn Rüşd gibi önde gelen filozoflar arasında zaman zaman derin görüş ayrılıkları bulunsa da genel olarak felsefe geleneğinin insan tasavvurunu anlatmaya imkân verecek ortak bir çerçeve olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle Endülüs ve Mağrip dışındaki bölgeleri içeren doğu İslam dünyasında Kindî’yle başlayan felsefî soruşturmalar, İbn Sînâ’nın eserlerinde bir olgunluğa erişmiş ve onun kitaplarında dile gelen anlatı, bizzat kendisinin şahsî görüşlerini dile getirmekten öte bir temsile kavuşmuştur. Sonraki dönemlere damgasını vuran bu anlatıya göre insan, ruh ve beden olmak üzere iki cevherden müteşekkildir. Ruh tamamıyla manevî veya aklî bir cevher iken beden maddî bir cevherdir.

Dolayısıyla insan, bedenî açısından maddî ve fiziksel bir mevcut iken ruhu açısından hakiki anlamda metafizik bir mevcuttur. İnsan her iki yönüyle de idrak etme özelliğine sahiptir. Bedeni ile fiziksel nesneleri idrak eder. Bedende beş dış, beş de iç duyu olmak üzere on güç bulunur. Dış güçler, insanın fiziksel dünyayla temas ederek görülen, dokunulan, koklanan, tadılan ve işitilen şeylerin idraklerini verir. Dokunma duyusu dışında bunların her biri, bedende belirli bir bölge ve organda bulunur. Dokunma duyusu ise bütün bedene yayılmış durumdadır. Bu duyuların verilerin iç duyulara gelir. İç duyuların tamamı, beyindedir. Beynin ön tarafında “ortak duyu” (hiss-i müşterek), onun gerisinden hayal, beynin ortasında vehim, arka tarafında ise hafıza ve hatırlama güçleri vardır. Ortak duyu, dış güçlerden gelen verileri birleştirerek hayale aktarır. Hayal gelen verileri depoladığı gibi birleştirme ve ayırma işlemleri yaparak yeni suretler (formlar) üretir. Hayalin ürettiği formlar, vehim tarafından algılanır ve yeniden birleştirme ve ayırma işlemlerine konu olur.

Aslında hayalin ve vehmin yaptığı ayırma ve birleştirme (tahlil ve terkip) işlemleri, bir tür soyutlama eylemleridir. Vehmin en önemli özellikleri, maddî idraklerin anlamlarını kavraması ve yargı verebilmesidir. Bu bağlamda vehim, etrafımızı kuşatan nesnelerin, mesela insanın, masanın, ağacın, otomobilin vs. anlamlarını idrak eder. Yine aşırı yüksekten atlama veya düşmenin bizim için öldürücü olduğuna hükmeder. Fakat vehim beynin ortasında yer alan maddî bir güç olduğundan idrak ettiği anlamları maddî dünyadan bütünüyle soyutlayamaz ve fiziksel dünyanın ötesine geçen bir yargı veremez. Bu sebeple filozoflar, var olan her şeyin cisim olduğu yargısının vehmin hükmü olduğunu düşünürler. Vehmin kendisi bir depo olmadığından onun idrak ettiği anlamlar hafıza gücünde depolanır ve hatırlama gücünün yardımıyla hatırlanır. Fakat vehmin idrakinin bir özelliği vardır: Vehimdeki soyutlama, aklın anlamı tamamıyla soyut olarak kavraması için bir hazırlık işlevi görür.

Yani vehimde soyutlama gerçekleşince akıl, anlamı kavramaya ve onun hakkında ilave bir birleştirme ve ayırma yaparak tam olarak soyut hâle getirmeye hazırlanır. Bunun sebebi, insanın idrak süreçlerinin tamamının akıl tarafından yönetiliyor olmasıdır. Göz görürken, el tutarken, hayal ve vehim birleştirme ve ayırma işlemleri yaparken gerçekte bunların tamamını araç olarak kullanan akıldır. Bununla birlikte bu araçlar olmaksızın akıl, onların idrak ettiği nesnelere ulaşamaz. Akıl ve duyu güçleri arasında böylesine sıkı bir ilişki olmasına rağmen filozoflara göre bu güçlerden herhangi bir veri akla taşınmaz. Akıl, vehmin soyutlama seviyesine kadar idrak süreçlerini yönettiğinde her neyin idrakine dair hazırlık yapmışsa o şeyin fiziksel bütün durumlardan soyutlanmış anlamı, metafizik bir mevcut olan ve filozoflara göre din dilinde Cebrail’e (as) tekabül eden Faal Akıl’dan gelir.

Yukarıda belirtildiği gibi, ruh (nefs) cisim olmadığı gibi cisme yerleşmiş veya cismin bir hâli de değildir, cisim olan bedenle irtibat kurmaya elverişli bir metafizik veya manevî bir mevcuttur. Ruhun veya onun diğer bir ismi veya hali olan aklın tek bir fiili vardır: Bilmek. Dolayısıyla her ne kadar bilgi edinme sürecinin bir kısmı, dış ve iç duyuların katkısına ihtiyaç duyduğundan fiziksel ise de hakiki anlamda aklî idrak ve akılda meydana gelen bilgilerin tamamı metafiziktir. Öyleyse aklın fiili olması anlamında bilme, hiçbir şekilde fiziksel süreçlere indirgenemez. Hem bilginin kaynağı metafizik bir ilkedir, hem bilme eyleminin fâili olan ruh metafizik bir nesnedir hem de bilginin kendisi ruhta bulunan bir sûret veya izafet olduğundan metafizik bir oluşa sahiptir. Neredeyse bütün İslam filozoflarına göre insanın doğuştan getirdiği herhangi bir bilgi yoktur. “Mevcut”, “varlık”, “birlik” ve “Bir şey ya vardır ya yoktur” gibi bütün bilgilerimizin temelini oluşturan ilk kavram ve önermelerimiz dahi duyu tecrübelerinin sağladığı hazırlığın ardından Faal Akıl’dan gelen feyizle meydana gelir.

Dahası, bu dünyadaki bütün nesnelerde olduğu gibi insanı insan yapan suret yani ruh da Faal Akıl’dan gelir. Dolayısıyla ruhun hem varlığının hem de bütün bilgilerinin kaynağı metafizik bir ilkedir. Bu durum, insanla ve insanî olan her şeyle ilgili bütün kavram ve yargılarımızın anlam değiştirmesine yol açar. Zira iç ve duyulara sahip olmakta insan ve hayvanlar ortaktır. Bu dünyadaki bütün hayvanlarda yoğunlukları değişik olmakla birlikte dokunma, görme, işitme, koklama gibi dış duyular ile ortak duyu, hayal ve vehim gibi iç duyular vardır. Hatta insan irade sahibi bir canlı olması bakımından da hayvanlardan ayrışmaz. Zira hayvanlar da eş seçimi, avlanma fiilleri, içtimaî yaşam gibi durumlarda açıkça gözleneceği üzere iradeli canlılardır. İnsanı hayvanlardan ayrıştıran şey, hiçbir şekilde maddeye indirgenemeyen bir akla sahip olmasıdır. İnsan sadece kendini bilen değil, aynı zamanda bildiğini de bilen bir canlıdır, var olmanın anlamına ilişkin tefekkür etme, cisimler dünyasının temelini oluşturan metafizik ilkelere yönelme ve bütün hayatını bu ilkelere göre düzenleme özelliklerini haizdir.

Filozofların insan tanımı tam da bu anlama gelir: İnsan düşünen canlıdır. Tanımdaki “düşünen” kelimesi, ruhu ifade ederken “canlı” kelimesi, bedeni ifade eder. Beden diğer hayvanlarla ortaklığı hatta bu cisimler dünyasına ait olmayı dile getirir. Dolayısıyla da bedenin varlığını sürdürmesi ve yetkinleşmesi, bu dünyanın şartlarına tâbidir. Düşünen ise bu dünyadaki bütün cisimlerden varlık tarzı bakımından farklılığı ifade ettiğinden onun varlığını sürdürmesi ve yetkinleşmesi, bu dünyadaki şartlarla yakından ilgilidir lakin bu dünyada olan biten bir hadise değildir. Bu sebeple insan, yetkinleşerek metafizik âleme açılan bir mevcut değildir, tersine kendisi kabul etsin veya etmesin var olduğu andan itibaren ruhu ve benliğiyle metafizik âlemin bir parçasıdır. Filozoflar buradan iki önemli sonuç çıkarmışlardır. Birinci sonuç şudur: Bütün diğer nesneler gibi insan da kendi potansiyelini aktif hâle getirme eğilimindedir. Bu bağlamda insan beslenme, büyüme, üreme ve hareket etme özelliklerine sahip olduğundan bu özellikleriyle ilgili güçlerini işlevselleştirmeye yönelik doğal bir eğilime sahiptir.

  • Fakat insanı sadece bu yönleri açısından değerlendirmek, onu hayvanlaştırmak ve tam da insana özgü olanı gözden kaçırmak veya ihmal etmek anlamına gelir. İnsanı insan yapan şey, ruh veya akıl olduğundan onun en yüce yetkinlikleri de ruha aittir. Bu demektir ki beslenme, büyüme ve üreme gücüne ait bütün yetkinlikler ancak ruha ait yetkinlikleri desteklediği ve ona hizmet ettiği ölçüde değer kazanır. Çünkü onlara hakiki anlamda değer kazandıran şey budur. Birinci sonuncun uzantısı olan ikinci sonuç ise şudur: Hayatın bütün alanlarına ilişkin düzenlemelerimizi yönlendiren zarar ve menfaat kavramları, akıl söz konusu olduğunda anlam değiştir. Hayvanlar beslenme, büyüme, üreme ve bu amaçlara ulaşmayı gerektiren iradî davranışlar gibi temel ihtiyaçları doğrultusunda yarar ve zarar algısına sahiptir. Bu ihtiyaçlarını karşıladıkları takdirde de kendi maksatlarına ulaşmış olurlar. Fakat insan, esas itibariyle ruhanî bir varlık olduğundan onun temel ihtiyacı, ruhunu kemale erdirmektir ve ancak ruhun kemâle ermesi insanı mutluluğa ulaştırabilir.

Dolayısıyla insanın bütün güçlerini ruhanî bir mutluluğa ulaşmak için seferber etmesi gerekir. Bunun için insanın bilme ve yapma güçlerini (nazarî ve amelî güçler) yetkinleştirmesi gerekir. Bilme gücünün yetkinliği, sebep-sonuç ilişkisi içinde bütün mevcutların hakikatlerini ve düzenini kavramaktır. Yapma gücünü yetkinliği ise arzu gücünü iffet ve şecaat erdemleriyle, akıl gücünü de hikmet erdemiyle donatmaktır. Filozoflara göre böylesi bir yetkinliğe ulaşmak için bu amaca göre düzenlenmiş bir toplumsal yaşam gerekir. Zira insan tek başına bütün ihtiyaçlarını karşılayamaz. Bu sebeple insanlar, bilimler ve sanatların kazanılmasına elverişli ve adil yasalarla yönetilen kapsamlı bir toplum düzen oluşturmak zorundadır. İnsanların yöntemli bir şekilde hakikat bilgisine ve bu bilginin gereği olan davranışlara ulaşmasına vasat olabilecek böylesi bir toplumsal düzen, iki şeye ihtiyaç duyar. Birincisi, insanlığın kadîm mirası olan ve asıl itibariyle akıl gücünün hakikate erişmesinin mümkün ve vaki olduğu üzerine kurulu felsefî bilimler geleneğidir.

Bu gelenek, insanın bilme gücünün yetkinliğini ifade eder. İkincisi ise hakikat bilgisi ve ona uygun davranışların neler olduğunu bütün insanların anlayabileceği ve uygulayabileceği şekilde ifade etme ve bu doğrultuda yasalar vaz ederek toplum inşa etme özelliğine sahip peygamberdir. O halde insanlar, kendisine özgü yetkinliğe ancak ve ancak bir peygamberin inşa ettiği, yasalarını vaz ettiği ve her bir ferdin kendi kabiliyeti doğrultusunda hakikate ulaşmasını temin edecek şekilde düzenlediği bir toplumda fizikten metafiziğe kadar bütün teorik (nazarî) bilimleri yöntemli bir şekilde kavradığında yetkinleşebilirler. Evet, bazı fertler bu amaca, yanlış gayeler edinmiş, adil olmayan yasalarla yönetilen erdemli toplumlarda da ulaşabilirler. Fakat bu, öngörülebilir, sürdürülebilir ve sonuçları bütün fertler için devşirilebilir bir durum değildir.

Kaynak: Ömer Türker / CİNS

İslam Düşüncesi Haberleri

Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı
Yaratılış gayesinden uzaklaşan insan huzurlu olamaz!
Öncelikli hedef neden tağuti otoritedir? Ve asabiye gündemleri geri itilmelidir!