Kdz.Ereğli’de faaliyetlerine devam eden Feda-Der’de her hafta cumartesi düzenlenen seminerlerin bu haftaki konuğu Yılmaz Ensaroğlu idi. “Despotluğa Karşı Adalet ve Özgürlük Arayışları” başlıklı gerçekleşen seminerin özeti :
Biz Müslümanlar insanın yaratılmış olduğu serüvenin adına, Allah’a kulluk etmek deriz. Bunun gereği olan ibadetler, genel kanı olarak telakki edilen namaz, zekat, oruç vs. gibi sınırlı ritüeller ile yerine getirilmiş görülür. Oysaki Allah bizlere tüm hayatımızı kuşatan bir sorumluluk yüklemiştir. Bunun bir neticesi olarak insan yeryüzünün halifesidir. İnsan yeryüzünün halifesi olarak, adaletin hakim kılınarak sürdürülebilir hale getirilmesinin mücadelesini vermek ile kulluğunu gösterir. İnsan hür olma özelliği ile kulluğunu gösterir. Bu özellikler bizlerde adalet ve özgürlük/hürriyetin ne olduğuna dair genel bir bilgi çerçevesine sahip olmamızı da gerektirmektedir.
Bugün genel tanımlaması Batı’da yapılmış olan, insan hakları da denen şeyin, teorik çerçevesinin temelinde din olgusu yatmaktadır. Bizim kültürümüzde insan hakkı, kul hakkı ile karıştırılır. Oysa insan hakkı, insanın insan olması gereği olan tüm hakları ifade eder. İnsan temel haklarından mahrum edilemez, buna zorlanamaz. Bunun aksi, insan hakkı ihlalini, adaletsiz bir durumu doğurur. Bugün tüm dünyada insan hakkı genel bir ahlaki eğilim olarak yükselen değer durumundadır. Birçok zalim devlet bile bu temel ilkeyi kendisine referans almaktadır. Birçok fiilini bu ilke üzerinden meşrulaştırmaktadır. (Amerika’nın Irak ve Afganistan işgallerindeki söylemleri buna örnek verilebilir.)
İnsan haklarının temel hedefi devletlerdir. Çünkü devlet insanlarının haklarını savunmakla yükümlüdür. Kendi sınırlarına kaçak yolla girmiş insan da olsa, temel insani hakları gereği o kişiyi adaletle yargılamak zorundadır. Peki, temelde insani bir hak olan birçok hakkın yasal güvence altında olmadığı durumlarda mücadele nasıl olacaktır? Türkiye’de Merve Kavakçı örneğinde olduğu gibi din özgürlüğü yasal güvence altında olmasına rağmen buna engeller çıkartılabilmektedir. Oysa insan hakkı temel bir haktır, insanların toplumların, devletlerin, yöneticilerin rızasına bırakılamaz. Yapılması gereken insanların bu rıza doğrultusunda yönlendirilmesi değil, tüm hukuki mekanizmaların insan hakkına uygun hale getirilerek düzenlenmesidir. Devletlerin görevi insanların haklarını tanımak, bunu kullanmalarına karışmamak, baskılara karşı da korumaktır. Şayet bu ilkeleri çiğnerse insanlara direnme hakkı doğacaktır.
Batı’da doğan insan hakkı söylemine karşı çeşitli itirazlar da yapılmıştır. İslam dünyasında da bu alanda itirazlar olmuştur. İslam, en temelde insanı hür olarak yaratmış onu yeryüzünde halife olarak görmüştür. İnsanın hakkını koruyacak hukuk, insanın keyfine göre değil, ilahi temele dayanan bir hukuktur. Batı’da olduğu gibi kanunlar, kazanılarak konulmamış, zaten yaradılışının gereği olarak var olan hakları korunmak için konmuştur. Kuran-ı Kerim’de haramlar belirtilmiştir ki, hürriyetin insanın yaşamındaki geniş bir alana hakim olduğu belirgin olarak görülür. Modern dünyada ise hukuki metinlerde “haklar” başlıklı birçok maddenin sayıldığı görülür. Bunun sebebi, Batı’da hakların büyük mücadeleler ile kazanılmış olmasının sonucu olarak korunmak istenmesidir. İslam, modern dünyanın 17. 18. yüzyıllarda elde ettiği hakları insanlığın yaradılışı ile bağ kurarak kendisine zikreder. İnsanlığın ilk karşılaştığı hak mücadelesi olan Habil –Kabil kıssasından, Rasulullah’ın yaşamındaki örneklikler ve sonraki dönem İslam toplumlarındaki uygulamalarda İslam’ın insanın haklarına verdiği öneme sayısız örnekleri görebiliriz.
Haksöz-Haber