Hakşinas bir gazetecilik “özne”ye değil “fiil”e odaklanır.
Bir fiili “A” öznesi gerçekleştirdiğinde farklı, “B” öznesi gerçekleştirdiğinde farklı tutum alan bir gazetecilik yalnız hakşinas davranmamış olmaz, inandırıcılığını da yitirir...
“Eski”si ve “yeni”siyle merkez medyalar, sol, liberal, demokrat, milli, ulusalcı medyalar; bunların her biri farklı bir ahlakı referans alıyor ama hiçbirinin referansı, bu çifte standarttan tümüyle âzâde tutamıyor onları...
Müslümanca bir ahlakı referans aldığını söyleyen bir gazetenin, “çocuk tecavüzü”yle suçlanan bir mensubuna karşı tavrını hatırlayın ve bunu, benzer bir suçlama “laik medya”dan bir yazara yöneltilseydi yapacaklarıyla kıyaslayın!
Bu illet, Fazıl Say meselemizde de hükmünü aynen icra etti.
Bu yazıda, Fazıl Say taze örneği ile geçtiğimiz yıllarda yaşanmış çok çarpıcı iki örnek üzerinden, “fiili öznesine bakarak değerlendirmek” illetinin, basının inandırıcılığını nasıl berhava ettiğini göstermeye çalışacağım.
“Allahçılar” yerine başka kelimeler koyarak okuyun...
Gülay Göktürk (Bugün, 19 nisan), gazeteciliğin (ve entelektüel hayatımızın) bu “paradoks”unu, Fazıl Say’ın ünlü cümlesindeki “Allahçı” kelimesinin yerine başka kelimeler koyarak deşifre etti. Bunlardan ikisi şöyle:
“Bilmem fark ettiniz mi, nerede yavşak, adi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi eşcinsel. Bu bir paradoks mu?”
“Bilmem fark ettiniz mi, nerede yavşak, adi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi Yahudi. Bu bir paradoks mu?”
Göktürk, cümlenin sahibi Fazıl Say olmasaydı ve “Allahçı” kelimesinin yerinde başka bir grup ismi olsaydı neler olabileceğini de şöyle anlatmıştı yazısında:
“Merak ediyorum. Say’ın cümlesinin yukarıdaki versiyonlarından herhangi birini okuyan Fazıl Say dostlarının tepkisi ne olurdu? Aslında merak etmiyorum, çünkü biliyorum. Bu aleni nefret suçu karşısında yeri göğü birbirine katarlardı. Aynı anda yüzlerce suç duyurusu yapılırdı savcılıklara... Bireysel hakaret davaları açılırdı. Dava açılıncaya kadar da peşini bırakmazlardı konunun.
“Şu anda ‘Ne var bunda canım, alt tarafı bir kanaat belirtilmiş’ diyen bütün o takım bütün duruşmalarda hazır bulunur; bu davayı nefret suçu yasasının çıkarılması mücadelesinin sembolü haline getirir; mahkûmiyet kararı çıkana kadar da ruhları huzur bulmazdı. Ama söz konusu ‘Allahçılar’ olunca nefret etmek de, bu nefreti en pespaye, en tahrik edici biçimde ortaya koymak da ifade özgürlüğü alanına giriverdi işte.”
Haberler çarpıcı ama siz hatırlamayacaksınız!
Fiile bakarak değil de fiili taşıyan özneye bakarak tavır almanın bu en taze örneği hakkında benim ilave edecek bir şeyim yok. Onun yerine, çok çarpıcı iki eski örneği hatırlatarak, Gülay Göktürk’ün Fazıl Say üzerinden fâş ettiği bu tatsız medya gerçeğinin nasıl kök salmış bir hastalık hâline geldiğini göstermek istiyorum.
“Hatırlatmak” sözcüğünü kullandım ama, aslında doğru bir kelime tercihi değil bu. Çünkü hatırlamayacaksınız, çünkü bunların medyanın göz menziline girmesiyle çıkması bir oldu. Fakat “özne”leri farklı olsaydı, hiç kuşkunuz olmasın bu örnekler üzerinden günler süren bir medya bombardımanına maruz kalacak ve her biri zihninize mıh gibi çakılacaktı...
“Tunceli’de kadın garson istemiyoruz”
18 Aralık 2010’da Tunceli’de ilginç bir olay yaşandı. Hürriyet gazetesi haberi şöyle verdi:
“Tunceli’de kadın garson gerginliği / Tunceli’de çoğunluğunu kadınların oluşturduğu yaklaşık 2 bin kişi düzenlenen gösteriyle birahanelerde kadın garson çalıştırılmasını ahlaki çöküntü ve fuhuşa neden olduğu gerekçesiyle protesto etti. Birahaneler önünde yapılan gösteride, protestocular işyerlerinin camlarını kırması üzerine arbede yaşandı.”
Anlaşılan basın, “Demokratik Haklar Federasyonu”nun eylemin gerekçesi bağlamında öne sürdüğü “Yüzlerce insan emeğini birahanelere harcadığı için eşine şiddet uygulamakta ve çocuklarına karşı ise ilgisiz davranmaktadır” gerekçesini haklı bulmuştu. Çünkü, ne haberlerde ne de köşelerde eylemi eleştiren herhangi bir tavır gözlenebilmişti.
Şimdi “özne”yi değiştirelim ve bu olayın Kayseri ya da Konya gibi “irticai” damgasını yemiş bir şehirde gerçekleştiğini düşünelim...
Ne olurdu ve basın nasıl bir tavır alırdı?
“Alevi hukuku yargıdan döndü”
Geldik ikinci örneğe...
7 Temmuz 2010 tarihli Habertürk gazetesi çok ilginç bir özel haberi manşetine taşımıştı.
“Alevi hukuku yargıdan döndü” başlıklı haberde, bir Alevi dedesi tarafından “örf hukuku” uyarınca “düşkünlük” (toplumdan dışlanma) cezasına çarptırılan Alevi bir yurttaşın, hakkını laik devletin mahkemelerinde aramasının öyküsü anlatılıyordu. Sonuçta mahkeme, kararı veren Alevi dedesi Halil Yılmaz’ı önce 87 gün hapse mahkûm etmiş, ardından da cezasını 740 TL’ye çevirmişti.
Dede Halil Yılmaz karara tepkiliydi: “Bir talibin (öğrenci) mürşidine (Alevi dedesi) açtığı belki de tarihteki ilk davadır. Konu sadece ceza hukuku açısından değerlendirilmiştir. Alevi-Bektaşi inancının, binyıllar değişmeyen kuralları gözardı edilmemeliydi.”
Gazete, Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız’ın da görüşlerine yer vermişti haberinde. O da şöyle diyordu:
“Alevi-Bektaşi kurallarına göre, düşkün ilan edildiği için haksızlığa uğradığını düşünen kişinin itiraz edeceği makam, bağlı bulunduğu mürşidin bir üst makamıdır. Yani yine örf hukuku içinde itirazını yapabilir. Fakat bu konu laik temele dayalı yargıya taşınırsa, doğal olarak böyle bir sonuç çıkabilir. Çünkü yargı, dini unsurları esas almayacaktır. Ancak inancımızın gereği bellidir, kuralı bellidir. Bundan kimsenin vazgeçmesi mümkün değildir.”
Bu olay da orayla sınırlı kaldı, hiçbir köşe yazarı çıkıp “laik devlette olmaz öyle şey” deyip itiraz etmedi.
Buradaki soru şöyle: Benzer bir durum bir Sünni tarikatta cereyan etseydi ve bir ilahiyat profesörü çıkıp “inancımızın gereği bellidir, kuralı bellidir. Bundan kimsenin vazgeçmesi mümkün değildir” deseydi, o profesörün hâli nice olurdu?
Şimdi iki haberi birlikte mütalaa edelim ve soralım:
“Tunceli’de kadın garson istemiyoruz” haberinde özne Tunceli değil de Kayseri, Konya olsaydı... Keza “Alevilerin örf hukukuna saygı istiyoruz” haberinde özne “Aleviler” değil de “Sünniler” olsaydı, medyada bu haberler nasıl işlenirdi?
Hülasa: Dürüst, hakşinas ve inandırıcı olmak isteyen bir gazetecilik “özne”ye değil “fiil”e odaklanmalıdır... Bütün enerjisiyle “fiil” üzerinde odaklanmalı, “özne” karşısında ise tabir caizse “kör” olmalıdır.
***
Çok önemli bir “1 Mayıs 1977” kitabı
Korhan Atay’ın Metis Yayınları’nın “siyahbeyaz” serisinden çıkan yani kitabı 1 Mayıs 1977 / İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı, o gün Taksim’de ya da meydana çıkan yollarda bulunan 13 kişiyle gerçekleştirilmiş söyleşilere dayanıyor.
1 Mayıs 1977 bir provokasyon muydu, yoksa kendi kendini provokasyona dönüştürmüş bir eylem miydi?
Kitap, yıllardan beri sorulan bu sorunun cevabını da arıyor doğal olarak, fakat önceki tartışmalar gibi o da bu kadim sorunun cevabını veremiyor; verebilse, önemini asıl bu noktadan alırdı tabii ama, veremiyor.
Fakat kitap, 1 Mayıs 1977’den çok 1 Mayıs 1977’yi hazırlayan ruh hâlini, hırsları, tamahkârlıkları, sözde dostça eleştirinin altındaki tuzağa düşürme gayretlerini fâş ederek, bize bugün de tetkikimize ve istifademize açık insan ve örgüt manzaraları sunuyor, ki bence kitap asıl bu nedenle önemli.
İlk fırsatta kitabın bu yöndeki derslerini ayrıntılandırmaya çalışacağım.
alpergormus@gmail.com
TARAF