Kızıl şehir Marakeş
Tren yavaş yavaş gara yaklaşırken etrafı Atlas Dağları’yla çevrili Marakeş de kıpkızıl görüntüsüyle palmiye ağaçlarının ardından belirmeye başlamıştı. İçimde uzun bir aranın ardından Kızıl Şehirle buluşmanın heyecanını hissederken şehri bundan önceki yolculuklarımda bıraktığım gibi bulup bulamayacağımı merak ediyordum. Marakeş’e gelebilmek için sabah altı gibi Casablanka’daki 5. Muhammed Havalimanı’ndan yola çıkmıştım ve saat artık dokuz olmak üzereydi. Fas’a geldiğimi hissetmek için öncelikle Kızıl Şehrin sokaklarında yürümem, Sonsuzluk Meydanı’nın (Camiül Fena) ritmine kendimi kaptırmam gerekiyordu. Bu nedenle Fas yolculuğuma İstanbul’dan gelen uçağımızın sabaha doğru ulaştığı Casablanka’dan değil; Marakeş’den başlamak istemiştim.
Marakeş’in girişindeki tren garından indikten sonra yürüyerek yarım saatte Sonsuzluk Meydanı’na ulaşabileceğimi öğrendim ve kendimi hemen Kızıl Şehrin sokaklarına attım. Araba kornaları ve motosikletlerin egzozlarından çıkan patlaklar sabahın erken saatlerinden itibaren sokakları kaplamıştı. Daha önce birçok ülke ve şehir gören sırt çantamla Kızıl Şehrin sokaklarını adımlarken heyecanım çoktan yorgunluğumu bastırsa da acıktığımı hissediyordum. Güzel bir sabah çorbası ve Faslılara ait nane çayı sabah sabah neşeme neşe katabilirdi. Sonsuzluk Meydanı’na giderken ana yoldan çıkıp daldığım bir ara sokakta rastladım Abdulcelil’in lokantasına. Lokanta dediysem aklınıza öyle düzenli bir yer gelmesin. Dışarıya atılan iki masadan ibaret eski püskü, salaş bir yerdi. Fakat midemin aradığı lezzetin bu tür yerlerde saklı olduğunu da çok iyi biliyordum. Lokantanın içinde oturmak için doğru dürüst bir yer olmadığını fark edince gözüm ağacın altındaki beyaz masaya ilişti. Sımsıcak Ful çorbasının yanına taptaze Fas ekmeğini katık yaparken diğer taraftan da lokantanın sahibi olan Abdulcelil’le güzel bir sohbete dalmıştık.
Lokantacı Abdulcelil’in anlattıkları
Hafifçe şişman, posbıyıklı ve her halinden rahat bir insan olduğu anlaşılan Abdulcelil özellikle İstanbul’u merak ediyor, bana İstanbul’la ilgili sorular soruyordu. Ben de Abdulcelil’den son 4-5 yıldır ülkede nelerin değişip değişmediğini anlamaya çalışıyordum. Abdulcelil’in anlattığına göre Fas’da çok büyük bir değişim yoktu. Kral 6. Muhammed ülkesinin yaşadığı krizleri şimdilik zekice hamlelerle atlatıyordu. Abdulcelil “Suriye ve Libya’daki devrimlerin başarıya ulaşamaması en çok bizim kralın işine yaradı.” dedi. Suriye ve Libya’da Arap Baharı sonrası yaşanan yıkım Faslıları Kral’ın etrafında daha fazla kenetlemiş. Fakat Abdulcelil’in kimi zaman sözlerinden, kimi zaman da uzun uzun susuşundan yaşadıkları ikilem ve çaresizliği hissediyordum. Ülkelerinin başta ekonomi ve hukuk olmak üzere farklı alanlarda daha iyi olmasını isteyen insanlar ölümü gördükleri için sıtmaya razı olmak zorunda kalmışlardı. Fakat şimdilik...
Felafil’den yapılmış mis gibi çorba ve sımsıcak Fas ekmekleriyle karnımı doyurduktan sonra 3-5 bardak da nane çayı içtim. Yukarıdan köpürtülerek doldurulan ve keskin bir tada sahip olan nane çayı beni iyice diriltmişti. Abdulcelil’le vedalaşıp çantamı sırtladıktan sonra tekrar Marakeş sokaklarında yürümeye başladım. Şehirdeki binaların kıpkızıl rengi bana bambaşka bir âleme gelmişim duygusu yaşatıyordu. Marakeş adeta binbir gece masallarında anlatılan şehirlere benziyordu. Modernizmin o tektipleştirici ruhu henüz tam olarak bu şehre boyun eğdirememiş, Kızıl Şehrin mimari ve kültürel dokusunu yok edememişti.
Uzaktan Kutubiye minaresi (1930-31 civarı)
Bir mimarlık şaheseri: Kutubiye
Yol boyunca Kutubiye Camii’nin minaresine bakarak yürüyordum. Bu minare Marakeş’le özdeşleşmiş, şehrin adeta sembolü haline gelmişti. Marakeş’e daha önce yaptığım yolculuklarda da şehri gezerken ne zaman kaybolsam başımı havaya kaldırıp Kutubiye Camii’nin minaresine bakıyor, bu minarenin yardımıyla yolumu buluyordum. Kutubiye minaresi kendini iyice göstermeye başlayınca ben de Sonsuzluk Meydanı’na yaklaştığımı fark ettim. Sabahın erken saatleri olduğu için meydanın boş olacağını düşünüyordum. Bu nedenle önce Kutubiye Camii’ne yönelip caminin etrafında dolaşmaya başladım. Muvahhidler devleti zamanında inşa edilen Kutubiye Camii, Berberi ve Endülüs ruhunun birleşmesiyle oluşan İslam mimarisinin Mağribi Aksa’daki en güzel örneklerinden biriydi.
Cami ismini bir zamanlar el yazması eserlerin satıldığı etrafındaki kitapçılardan alıyordu. Geçmişte müezzinlerin ezan okumak için ancak bir eşekle tırmanabildikleri 67 metre uzunluğundaki Kutubiye Camii’nin minaresi de Muvahhidler dönemi mimarisinin tüm güzelliklerini üzerinde taşıyor. Minare sade ve basit olduğu kadar cazibeli de. Bu özelliğiyle Fas’taki tüm minarelere örnek olmuş ve minareler Kutubiye’ye benzeyebildikleri ölçüde güzel kabul edilmişler. 12. yüzyılın en önemli mimarlık olaylarından biri kabul edilen minare tuğlaların desenli bir şekilde dizilmesiyle nakışlanırken şerefenin çevresi de boydan boya yeşil çinilerle kaplanmış. Fas’ta namaz vakitleri dışında camiler kapalı olduğu için ben de Kutubiye Camii’ni dışarıdan seyrettim. Uzun uzun caminin etrafında vakit geçirip İslam mimarisinin insanı kendine hayran bırakan güzelliğinin tadını bu sefer de Kızıl Şehir’de çıkarıyordum.
Marakeş’in kalbinin attığı yer: Medina
Kutubiye Camii’nden sonra Sonsuzluk Meydanı’na doğru yöneldim. Meydana varmadan önce Marakeş’in her köşesinde karşınıza çıkabilecek olan faytoncuların toplandıkları alanı geçtim. Meydan tahmin ettiğim gibi daha yükünü tutmamıştı ve birkaç sokak satıcısının dışında meydanda kimse görünmüyordu. Güneş artık iyice kendini gösteriyor, meydanı adeta biraz sonra alev alacak bir ateşe çeviriyordu. Sıcak bir mevsimde Fas’a gelmiştim ve özellikle çöle yakın olan Marakeş gibi şehirlerde sıcağa katlanmak hiç de kolay olmayacaktı. İnsanlar öğle vakti yaklaştıkça yavaş yavaş dinlenmek için sokakları terk ediyorlardı. Ben de kendimi hemen Sonsuzluk Meydanı’nın arka tarafındaki Medina’ya attım. Üstü kapalı gölgeli sokaklarla dolu olan Medina benim için şiddetli güneşe karşı iyi bir sığınak olmuştu.
Fas’ın en çok sevdiğim yönlerinden biri de her şehirde eski ev ve çarşılardan oluşan bir Medina’nın olması ve Medinaların oldukça iyi korunması. Genelde surların içinde olan Medinalar tamamıyla İslam medeniyetinin ürünüyken surların dışındaki modern şehirler ise Fransız işgali sonrasının ürünleri. Fas’ın diğer şehirlerinde olduğu gibi Marakeş’te de şehrin kalbi Medina’da atıyor. Labirentli sokaklara bir kez daldığınızda kendinizi zaman makinasıyla bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. Teknoloji burada zamanı biraz geriden takip ederken dericilerden baharatçılara, demircilerden ahşapçılara kadar farklı alanlarda yüzlerce dükkânın bulunduğu Medinalarda hala ustalık ve kas gücü önemini koruyor. Medina’nın daracık sokaklarını turlayıp dükkânların önünden birkaç kez geçtikten sonra hemen esnafla tanış olduk. İstanbul’dan gelen Müslüman bir Türk oluşum kısa zaman içinde tanıştığım Faslılarla aramızda güçlü bir bağ kurdu. Çağa hâkim olan ulus devlet ve toplum anlayışı, ırka dayanan milliyetçi perspektif burada önemini tamamen kaybediyor aynı inançtan ve ümmetten olma duygusu şehre yeni gelen bir yabancıyla şehrin sakinleri arasında sımsıcak bir ilişki kurulmasına neden oluyordu.
Devam edecek...