HAKSÖZ HABER
Faruk Beşer bugün (17 Aralık Cuma) kaleme aldığı yazıda vahiy ile sünnet arasında inşa edilen farkların sebep olabileceği düşünce ve amel sorunlarına dikkat çekiyor.
Sünnet'in Allah Resulü (sav) has bir şeymiş gibi algılanması tevhid konusundaki hatalı uygulamalara karşı tepkili yaklaşan Müslümanların içine düştükleri hatalı bir okuma biçimi şeklinde algılanabilir. Bu bağlamda Allah Resulü'nün konumun doğru anlaşılması İslam'ın kategori dışı ilan edilmeye çalışıldığı modern zamanlarda vazgeçilmez bir gerekliliktir.
O'na olan itaatin Allah'a olan itaatle eş tutulduğu (Nisa, 4/80) Allah Resulü, nefsinden konuşmayan bir makama sahiptir (Necm, 53/3-4). Bu konuda içine düşülecek hatalı bir okuma modernist, tarihselci sapmalara da hareket zemini sağlamaktadır.
Faruk Beşer / Yeni Şafak
Farzları Allah, sünnetleri peygamber mi koydu?
Halkta öyle bir kanaat vardır; farzlar Allah’ın (cc) bizden istedikleridir, sünnetler ise Resûlüllah’ın (sa) yapın dedikleridir. Diğer bir ifade ile, ibadetlerin farzlarını Allah belirlemiştir. Resûlüllah da (sa) kendiliğinden, şunları da yaparsanız daha iyi olur diye farzların yanına bazı ilavelerde bulunmuş ve bunları o emrettiği için bunlara sünnet denmiştir. Mesela, Allah öğlen namazını dört rekât kılmamızı emretmiş, Resûlüllah da bu dört rekâtın öncesine bir dört rekât, sonrasına da iki rekât ilave etmiş, böylece öğlen namazı on rekât olmuştur. Tabii ki bu anlayış doğru değildir. Böyle anlaşılırsa dinin iki kaynağı olmuş olur, Allah ve Peygamber. Oysa din, emir ve yasaklarındaki bütün dereceleriyle Allah’ın koyduğu nizamdır.
Kısaca dinin yegâne sahibi Allah’tır ve dinini her yönüyle O belirlemiştir. Peygamber (sa) sadece Allah’ın emirlerini yerine getiren bir memurdur. Allah ne buyurmuşsa o onu yapmıştır. “Şâri”, kanun koyucu demektir ve hakiki anlamda Şâri’ sadece Allah’tır. Bununla beraber fıkıh kitaplarında şeriatı duyuran, açıklayan anlamında Resûlüllah’a da şâri’ dendiğini görürüz. Bu durum bir hukuk kavramı olarak bir usul tekniği meselesidir ve bu kullanım hakikat değil mecazdır. Peygamberin söylediklerine de uyulmasının gereğini anlatır. Çünkü o hakiki anlamdaki Şâri’in memurudur, memurun emirleri âmirin emirleri sayılır. Peygambere de bu yönüyle ve mecaz olarak şâri’ denir.
Şimdi ıstılah/ kavram olarak ‘Sünnet’in ne anlama geldiğini bir kez daha hatırlayalım. Sünnet kelime anlamıyla uygulama, tarz, yöntem, usul demektir. Bu anlamda Allah’ın da bir sünneti vardır. Sünnetullah, yani O’nun kanunu, tasarruflarındaki usulü, tarzı demektir. “Allah’ın sünneti değişmez”. Yani O rasgele hareket etmez, kullar O’nun neyi nasıl yapacağını bütünüyle bilemeseler bile, sünnetullah’ı kavradıkları ölçüde anlayabilirler. Demek ki anlamadıklarımızın da sebepleri, kanunları vardır. Bu anlamda yöneticilerin de bir sünneti/ uygulama tarzı olabilir. Mesela Resûlüllah Efendimiz (sa), raşid halifelerin uygulamalarını onların sünneti diye ifade eder.
İkinci olarak emirlerin ve yasakların kısaca dinî bilginin kaynağı olarak Sünnet deyince, vahyin yani Kurân-ı Kerim’in dışında, yine mecazen ikinci bilgi kaynağı olarak Resûlüllah’ın sözleri, fiilleri ve onaylarının bütünü anlaşılır. Bilgi kaynağı anlamında Kur’an’dan ve Sünnetten söz edilir. Yani biz dinî bilgiyi ya doğrudan Kur’ân’dan ya da Resûlüllah’ın bir şekilde Allah’tan alıp bize bildirdiklerinden alırız. Her ikisinin de kaynağı Allah’tır. Mesela bu farzın delili Kur’an’da vardır ya da Sünnette vardır denilir. Demek ki, farz da Sünnetle sabit olabilir.
Üçüncü olarak; emirler merâtibinin/ hiyerarşisinin en başında, yapılma zorunluluğu olanlar yani farzlar vardır. Sonra zorunluluk olmadan yapılması güzel olan sünnetler, bunun bir alt kademesi olarak da müstehablar yer alır. Mesela öğlenin ilk dört rekâtı sünnet, sonraki dört rekâtı farz, son iki rekâtı yine sünnettir. Bu son iki rekâtı dörde tamamlamak ise müstehabdır.
Hem Kurân-ı Kerim’in hem Sünnetin bazı emirleri farz, bazıları sünnet, bazıları müstehabdır. Mesela “mescidlere zinetlerinizle/ güzel elbiselerinizle gidin” emri Kurân-ı Kerim’dedir ve bu emre uyulması sünnettir ya da müstehabdır. “Allah hakkında hüsnüzan edin” emri ise Resûlüllah’ın sözüdür ama buna uyulması farzdır.
Namazın tarihinden söz edelim: İlk başta sabah ve akşam kılınmak üzere sadece iki kez ikişer rekât namaz vardı. Sonra buna gece namazı ilave edildi. Arkasından Mirac’da önce elli vakit namaz farz kılındı, ardından beş vakte indirildi. Bu beş vakit de önce ikişer rekâttı. En sonunda Medine’de farzlar dört rekâta çıkarıldı ama seferde yine iki rekât olarak bırakıldı ve farzlarla beraber çeşitli sünnetler emredildi. Bütün bunları kim belirledi ya da emretti? Tabii ki Allah (cc). Resûlüllah bunların sadece faziletini ve zorunluluk derecesini bildirdi. Bu da Allah’ın bilgilendirmesiyle oldu. Biz sünnetlere, Allah’ın zorunlu kılmadığı emirleri olarak bakarız. Resûlüllah (sa) ise sadece bir tebliğci ve bir muallimdir.
Bu durum aynı zamanda şunu da gösterir: Demek ki vahyin kademeleri içinde Resûlüllah Kurân-ı Kerim dışında da vahiy almıştır. Nitekim kıblenin değiştirilmesinden önce Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılınmış olması da böyle bir vahyin gereği idi, bunu Resûlüllah’ın kendiliğinden belirlemiş olması mümkün olabilir mi?
O halde sünnetleri kılalım ki Resûlüllah’ın şefaatine nail olalım ifadesi her bakımdan doğru değildir.