Müslümanların bölge, coğrafya, kavme/ırka mensubiyet, renk, dil, kısmen kültür, mezhep, son asırda ulus devletler olarak siyaset... bakımlarından guruplar teşkil etmiş olmalarının doğuracağı sonuç ne olmalıdır?
Çatışma mı, diyalog, dayanışma, farklılıkların oluşturduğu zenginlik ve imkanlardan yararlanma mı?
Kur'an-ı Kerim maddi (renk ve ırk) manevi/kültürel (dil) farklılıkların, Allah'ın varlık ve kemalinin işaret, delil ve tecellilerinden olduğunu, insanların sosyal guruplara ayrılmasının, bilgi, marifet ve kültür alış-verişi (teâruf) yoluyla zenginliğe ve insanların hem gurup hem de fert olarak tanınmalarına, ayırt edilmelerine vesile kılınması gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca müminler arasındaki ilişkinin, bütün diğer farklılıklara rağmen "kardeşlik ilişkisinden başkası olamayacağı"nın altını çiziyor. Önümüzde böyle bir kitap var iken müslümanlar olarak içine düştüğümüz tefrika, çatışma, düşmanlık, İslam düşmanlarıyla -kardeşlere karşı- işbirliği durumu utanç verici, insanı badbaht edici bir tablo.
Geçen pazar yazımda bu konuyu yazmış, yazıyı şu cümle ile bitirmiştim: "İşe bir yerden başlamak gerekiyor. İlk merci, bütün gurupların temsilcilerini ihtiva eden bir alimler kurulu olabilir."
Yazıyı gazeteye gönderdikten sonra bazı Arap kanallarında dolaşırken Katar'ın başkenti Doha'da, çeşitli mezheplere mensup birçok alimin katıldığı bir "birlik toplantısı"nın yapıldığını gördüm, tabii sevindim, Allah'a şükrettim. 44 ülkeden 200 civarında alim, düşünür ve gazetecinin katıldıkları toplantıya, İran'dan Muhammed Ali Teshîrî de katılmıştı. Teshîrî, İran'daki "Uluslararası Mezhepler Arasında Yakınlaşma Kurumu"nun başkanı, kendisiyle yapılan bir röportajda söyledikleri oldukça önemli: "Şîa ile Sünnîler arasında ortak olan alan yüzde doksan beş, farklı olan alan ise yüzde beştir. Biz farklı noktaları her mezhebin mensuplarına bırakarak ortak noktalarda işbirliği yapalım, kardeşçe ilşkiler kuralım... İslam düşmanlarının yaptıkları propagandalar ve komplolar yüzünden biz Müslümanlar, gerçek düşmanı bırakıp, vehmin icad ettiği (sanal) düşmanla meşgul oluyor, birbirimize düşmanca davranıyoruz...."
Bu kurumun (et-Takrîb...) tarihçesi hakkında kısa bir hatırlatma yapayım: Bilhassa Birinci Dünya Harbinden sonra İslâm ülkeleri yabancıların istîlasına uğrayıp sömürge hâline gelince her iki câmianın düşünürleri kurtuluş yolları aramışlar ve bunun ilk şartının "İslâm Birliği"nin gerçekleşmesi olduğunda görüş birliğine varmışlardır. Aynı maksatla ondokuzuncu asrın sonlarında Cemâleddin Efgânî'nin sarfettiği çabalar 1940'larda yeniden canlandırılmış, İslâm birliğine bir kapı, bir yol olmak üzere mezhebler ve mensupları arasında bir yakınlaşma sağlama çalışmalarına girişilmiştir. Bu hareket ve çalışmaları yürütenler ve destekleyenler arasında Kum'da ikamet eden merci'i-taklîd Muhammed Hüseyin Burûcerdî, Necefli merci' Muhammed Hüseyin lü-Kâşifi'l-ğıtâ, Lübnanlı merci' Seyyid Şerefuddîn, Ezher Şeyhi Abdulmecîd Selîm ve önemli öğrencileri, Müslüman Kardeşlerin lideri Hasen el-Bennâ gibi zevât bulunuyordu. Bu gayretlerin sonucu 1947 yılında Kahire'de "Dâru't-takrîb beyne'l-mezâhib"in kurulması olmuş ancak milletlerarası siyaset ters istikâmetlere zorladığı için bu gayretler istenen sonuçlara ulaşamamıştır. İran devriminden sonra orada bu faaliyetler yeniden başlamıştır... ve devam etmektedir.
Doha toplantısında birçok önemli mesele müzakere edilmiş, Müslüman guruplar arasında diyalogun gerekliliği vurgulanmış, guruplar arası tekfir (İslam'dan dışlama) problemi üzerinde durulmuş ve işbirliğinin önündeki engellerin teşhis ve tedavisi konuşulmuştur.
Birçok maddi ve manevi değere, nimete, zenginliğe sahip olan İslam ülkelerinde emperyalistlerin gözü var, bu nimetleri Müslümanlara bırakmak istemiyorlar, bunların hiçbiri müslümaların iyiliği için kılını kıpırdatmaz ve metelik harcamazlar, tartışılmaz gerçek budur, bunu bilip ona göre hareket etmemiz de elzemdir.
26 Ocak 2007
YENİ ŞAFAK