Ali Bulaç’ın kendisi kişisel sitesindeki yazısını iktibas ediyoruz:
Eylemlerimizin hangi anlam haritasında yer bulduğunu tespit etmek için hem “din”in, hem “düşünce ve bilgi disiplinleri”nin yargılarına bakmakta yarar var. “Din”le beraber “düşünce ve bilgi disiplinleri”ni zikretmek dine eşdeğer veya ona paralel başka hakikatlere yer açmak anlamına gelmiyor. Bu modern zihnin daha kolay kavraması için İbn Sina’dan mülhem başvurduğumuz bir kavramsallaştırmadır.
İbn Sina “doğru ve yanlış” olarak ifade ettiğimiz olgulara ait yargıların “felsefe”ye; “iyi ve kötü” dediğimiz yargıların “din”e ait olduğunu söyler. Buna göre yapıp ettiklerimizin “doğruluğunu veya yanlışlığını” aklımızla, “iyi ve kötü” olup olmadıklarını da dinin hükümleriyle kritik edebiliriz. Hedeflenen yere gitmek için uygun bir araca binip oraya götürecek yolu takip etmek “doğru”dur; uygunsuz bir aracı kullanıp bizi hedefe vasıl etmeyecek yola girmek “yanlış”tır. Gidiş amacımız ve amaç doğrultusunda işleyebileceğimiz fiil iyi ve kötü nitelendirilebilir.
Bu sayede büyük filozof din ile felsefe arasında bir ilişki biçimini tesis edecek, aradaki köprüyü “ilahiyat” kuracaktı. Filozoflar, vahy ile insani tefekkür ve bilgi edinme süreçlerinin irtibatını “ilahiyat” olarak isimlendirdiler. Grek düşüncesinde ilahiyat “metafizik” iken Hıristiyan inancında merkezinde “Zat” olan “teolojik” meselelerdir.
Biz insani tefekkür ve bilgi edinme süreçlerinin Kur’an’da sıkça sözü edilen “akletme” etkinliği olduğunu söyleyebiliriz. Aklı kullanmanın (akletme), görmenin (basar) ve işitmenin (sem’) çeşitli türevleri söz konusu: Gözleme (nazar); tefekkür, tezekkür, tafakkuh, teemmül, tedebbür etme; va’y-şuuruna varma bize insan eylemleri, dünya kavrayışı ve varlık konularında perspektif kazandırır; işe yarar, yol gösterici bilgilere sahip olmamızı sağlar. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insanı irfana ve hikmete ulaştıracak fikir ve bilgi süreçleri, “göz (basar)”, “kulak (sem’)” ve “fuad (gönül-kalb)”ın buluştuğu noktada gerçekleşir. Vahyin ışığında aklın söz konusu türevlerini kullanarak yola çıktığımızda yolun bizi maksada götürmesi gerekir. Burada yol ve maksat arasında uygunluk söz konusudur; zira doğru yol kötü bir sonuca götürüyorsa üzerinde durulması gereken sorun var demektir.
Mamafih isimlendirmeye pek takılmadan fert olarak insanın ve toplu şahsiyet olan toplumun yapıp ettiklerinin doğru ve yanlışlıklarıyla ilgili yargıları felsefede veya daha kabul edilebilir terimle “düşüncede, ilkelere göre işleyen düşünme faaliyeti”nde arayacaksak, verdiğimiz kararların pratikte nasıl sonuçlar verdiğine bakmamız lazım. Hz. Peygamber (s.a.) eylemlerin, başlangıç noktasındaki “niyet”e ve pratikteki “sonuçlarına (havatim)” bakarak değerlendirileceğini söylemiştir. Said Nursi, Weber’e yakın, her fikir ve meslekte “iyi ve faydalı unsurlar” olabileceğini, bir fikrin veya doktrinin ne kadar iyi ve faydalı olduğuna karar vermek için pratiğe ve sonuca bakmak gerektiğini söyler.
Doğru-yanlış/iyi-kötü arasında dört ilişki biçimi söz konusudur:
1) “İyi”ye “doğru yol”dan gitmek; Mekke’ye gitmek üzere Mekke’ye gidecek otobüse veya Cidde uçağına biniyoruz. Bu kategoride maksat iyi, yol doğru. Bu olması gerekendir.
2) “İyi”ye “yanlış yol”dan gitmek; Mekke’ye gitmek istiyoruz ama Kahire uçağına binmişiz; maksat iyi, yol yanlış. Bu olayda iyi niyet bize arzu edilen maksadı hasıl etmeye yetmemiştir. Cehenneme giden yollar “iyi niyet taşlarıyla döşelidir” sözü buna işarettir.
3) “Kötü”ye “doğru yol”dan gitmek. Mesela kumarhanenin adresini eldeki krokiyi takip ederek bulmak. Maksat kötü, yol doğru;
4) “Kötü”ye “yanlış yol”dan gitmeye çalışmak. Kumarhaneye gitmek isterken yanlış yola girmek. Maksat kötü, yol yanlış.
İdeal olan birincisidir. İkinci şık maksada ulaştırmaz, çünkü “helal ve meşru maksada helal ve meşru yoldan” gidilir. Dinin asli maksatlarına (iyi olana) gayrı meşru politikalar ve yollar (yanlışlar) takip edilerek ulaşılmaz. Üçüncü şık modern siyasetin kendisidir; siyasi başarı için her yol ve aracı mübah sayar. Dördüncü kategori hem kötü hem yanlış. Birinci şık terk edilip ikinci şık seçildiğinde yol maksadı belirler; yani yanlış iyiyi dönüştür, bunun kaçınılmaz sonucu üçüncü duruma düşmektir.
***
Kur’an hidayet kitabıdır, değerlere dayalı yargılar yanında olgulara dayalı yargıları da içerir: “Zikir ehline sorun” (16/Nahl, 43; 21/Enbiya, 7.) emri hem değerlerin yargısı “iyi ve kötü”nün muteber bilginlere, hem olguların yargısı olan “doğru ve yanlış”ın ehline (uzmanlarına) sorulmasını gerektirir. “Zikr ehli” manevi/beşeri ilimler dahil her meslek ve uzmanlığı ifade eder. Muhammed Abduh’a göre bir çuval undan kaç ekmek çıkacağını bilen fırıncı ustası “zikr ehli”dir.
Kur’an olgulara ait yargıların “aklı kullanmak ve ilkelere göre düşünmek”le bulunabileceğini söyler ki, bu anlamda İbn Sina’nın felsefeye ayırdığı düşünce sahası da din içinde yerini almış olur. Eğer Kur’an değerlerin ve olguların yargılarıyla da ilgiliyse, bu durumda “doğru yargı” “kötü bir maksad”a götürmez. Veya şöyle ifade edelim: Doğru yol kötüye alet edilemez. Mahiyetinde çirkin olan dış yüzü ne kadar estetik (süslü-müzeyyen) olursa olsun çirkindir. Cinayet, kumar münkerdir, istediğiniz kadar estetize edin bu iki fiil mahiyetinde çirkindirler. Şeytan, en müstekreh ve münker bir fiili bize süslü ve masum gösterebilir.
İbn Sina’nın doğru ve yanlış olguları konusunda yargı veren akla biz maddi dünyanın düzenlenmesiyle ilgili “Akl-ı meaş” veya “işlevsel doğruluk” diyebiliriz. Çünkü kötülüğe götüren “doğrular” nominal doğru olup bunlar birer “işlev/fonksiyon”lardır. Bu etkinlik sahasının merkezinde kalbin nuru akıl değil matematkisel ve geometrik koordinayson aracı “zeka” bulunmaktadır. Zeka beyin merkezli olup işlevsel olanı bulur; akıl kalb merkezli olup iyi ve kötü olan ahlaki yargılarla ilgili kritikler yapar. Aklı olan kötülük (hırsızlık-yolsuzluk) yapmaz, siyasi başarı için masum insanları şeytanlaştırmaz. Nitelikli hırsızlık veya siyasi başarı için “zeka” gerekir. Ama Kur’an açısından kötü maksada götüren yola “doğru” denmez, belki “fonksiyonel araç ve yol” denir. Doğru yol “sırat-ı müstakimdir. İstikamet maksadı da, yolu da ihtiva eder. Düşünmek ilkelere göre aklı kullanmak ise, “işlevsel doğrular”ın bize kazandırdığı sonuçları değere dayalı yargılar ışığında kritik etmeliyiz. Her düşünceyi ve fiili değer yargılarından bağımsız ele alamayız.
Bundan anlıyoruz ki salt başarıya ayarlı siyaset veya salt zenginliği hedefleyen iktisat “iyi siyaset veya iyi iktisat” değildir, “iyi” değilse meşru da değildir. “Değer yargıların referansı olan din, temiz ftrat yani vicdan ve selim aklı” bir kenara bırakıp “dindarane-diyanetçi” semboller ve ritüellerle siyaset yaptığınızda veya zenginlik peşinde koştuğunuzda kaçınılmaz olarak sekülerleşirsiniz.
Burada karşımıza önemli bir sor çıkmaktadır:
Eylemlerimizi belirler ve kritik ederken hangi değerleri esas alacağız? Bu bizim değerler seçimimize göre değişir. İşlevsel olanın doğru ve yanlışlarını seçmişsek iyinin ölçüsü başarı olur, bu tutumda iyi işlevsel olana tabi olur; değerlerin yargısını seçmişsek bizim için “iyi olan” aynı zamanda doğrudur. Hakikat-i halde “iyilik” ve doğruluk” çatışmaz, çatışma arızi durumlarda ortaya çıkar. İnsanın ve kültürün şizofrenisi kendi iç dünyasında ve somut hayatta iyiliği ve doğruluğu çatıştırır. Çatışmayı ortadan kaldırmak için işlevsel-doğruyu iyiye, zekayı akla ve vicdana tabi kılmalıyız. Din, vicdan (fıtrat) ve akıl buluşursa “evrensel ahlak (ma’ruf)” zemin bulur.
Gerçeği “işlevsel doğrular” inşa ettiğine göre Hegel’den bu yana bize gerçeğin “akli, dolayısıyla doğru” olduğu telkin edilmektedir. Eğer gerçek doğru ve doğru gerçek ise (salt reel politik) bu durumda dine ve ahlaka dünyada yer yoktur. İşlevsellik size başarı sağlıyorsa, başarı gerçek ve doğru olur; fakat başarıya endekslenen gerçek “meşru” olmaz.
a) İyi “işlevsel doğru”dan üstündür, bu yüzden işlevsel doğrunun bize kazandırdığı her gerçek ve başarı iyi değildir. Mesela alıcıyı aldatan bir satıcı “kazanır” bu bir “gerçek”tir, ama bu gerçek iyilik değildir, kötülüktür. “Tanıtım”ı aşan reklamın kazandırdığı gerçektir, ama aldatıcı enstrümanlar ve etkileme yoluyla kazanç sağladığından kötüdür, gayrı meşrudur.
b) Her gerçek bir şekilde kendi ontolojik özü ve mahiyetiyle ilgilidir. Gerçeğin kendi ontolojisi hakikatle olan ilişkisinde ortaya çıkar. Eğer gerçek hakikatle birebir tetabuk halindeyse kabule şayandır, hakikatle çatışıyorsa reddedilmelidir. Ne var ki modern dünya gerçekler (işlevsel doğrular) üzerine inşa edilmiştir, hakikatle olan ilişkisine uygunluk (tetabuk) veya çatışma penceresinden bakmaz.
***
Bir kere daha İbn Sina’a müracaat edersek, onun değerlerin yargıları ile olguların yargıları arasında yaptığı ayırımdan hareketle siyaseti ve elbette diğer sosyal ve ekonomik olayları anlamaya çalıştığımızda karşımıza şu soru çıkar: Tercihlerimize konu olan “değer” mi, “olgu” mu? Değere ilişkin yargılar “iyi ve kötü”, olgulara ilişkin yargılar “doğru ve yanlış”tır. Ancak bize göre İbn Sina’nın düşündüğünün aksine “iyi ve doğru” kendi mahiyetlerinde çatışmayacağından, “kötü ve yanlış” da birbirlerini dışlamazlar. Bu demektir ki “yanlış yol” takip ediyorsak “iyi bir maksad”a ulaşamayız; doğru yol üzerinde isek “kötü bir menzil”e varmayız. Allah’ın izni ve inayetiyle doğru yol (Sırat-ı müstakim) bizi iyi ve hayırlı bir menzile ulaştırır ki, tam bu anlamda “hidayet” hem doğru yoldur hem iyi menzildir yani hayır ve kurtuluştur (fevzun tebir). Bu hüküm tamamiyle “ahlaki erdemler ve salih amelin tesipti ve yaşanması”yla ilgilidir.
Şu var ki felsefeci olarak İbn Sina’nın boş konuşmadığını da teslim etmeliyiz. Akla havale ettiği olgular dünyasında sayısız maddi ve tabii hadise cereyan eder; biz bu hadiselerin ancak aklımız sayesinde doğruluklarını veya yanlışlıklarını test edebiliriz. Mesela aklımız bize fay hattı üzerinde çürük malzeme ile bina yapmanın yanlış olduğunu söyler, bunun sonucu “kötülük” olacaktır ama ucuz maliyetle pahalı bina satmayı “nefsinin kendisine ‘çekici-süslü (iyi)’ gösterdiği” mütaahhit için bu akli yanlışın önemi yoktur, onu motive eden yüksek kazançtır. Fay hattı ve çürük malzeme aklen yanlıştır, riskli binayı aldatarak satmak ‘kötü’ olsa bile fonksiyoneldir, zeka ve maharet işidir. İşte biz kötü sonuca yol açan her yol, yöntem ve aracın toplamına “işlevsel doğru” deriz.
İşlevsel doğrunun yol açtığı yıkıcı sonuçlardan biri “olgular”ı “değer”in önüne geçirmektir. İyi ve kötü’yü bir kenara bırakıp salt işlevsel özelliği dolayısıyla “doğru ve yanlış”ı temel alan kişinin zihninde “iyi”nin yerini “işlevsel olan” alır, böylelikle şeylere işlevsel nitelikleriyle bakar. Bir şey ne kadar işlevsel ise o kadar tercihe şayan olur. Bunun diğer zehirli sonucu zihnin pozitivizme inkılab etmesidir. Bir bakmışsınız, kişi “dindar” olduğu ve öyle olduğuna inandığı halde hakikat-i halde pozitivist olmuş, hayatı fiilen materyalistleşmiş, sekülerleşmiştir. Çünkü maddi olgular ahlaki değerlerin yerini almış bulunmaktadır.
Bir kere doğru ve işlevsel olanı kötü bir amaca endekslediğinizde, konumunuzu ve siyasi-sosyal tutumunuzu gerekçeklendirmek istersiniz ve siz artık neredeyse hiçbir zaman iyinin kendisinden neş’et ettiği hak ve hakikatin emredici norm ve kurallarına teslim olmak istemezsiniz. Çünkü işlivsel olan sizin bilincinizi kirletmiş, ruhunuzu şeytanın iğva ve istilasına maruz bırakmıştır. Bugün Müslümanların bir bölümünün bu zihinsel süreçte dinlerini maddileştirip dünyevileştiklerini görüyoruz.
Pratiğe bakalım:
Uzun zamandır şu önerme Müslümanların yol haritası olmuştur:
1) Müslüman güçlü olmalıdır: “İnanıyorsanız en üstün sizsiniz!” (3/Al-i İmran, 139.)
2) Güçlü olmak, maddi güç toplamak, zenginleşmektir. Oysa ayet gücü maddi kaynaklarda değil “iman”da ve sözün dönüştürücü etkisinde gösterir.
3) Maddi gücü ve zenginleşmeyi “iktisadi büyüme” sağlar.
4) “Büyüme” için talep yaratmak, talep yaratmak için de tüketimi tahrik etmek lazım.
5) Tüketimin tahrik edilmesi ancak “daha çok iştiha ve şehvet, daha yüksek düzeyde haz ve hıza sahip olmayı” gerektirir.
6) Müslümanın güçlenmesi ve zenginleşmesi ana gaye olduğundan, yol üstünde işlenen bir takım cürümler tolere edilebilir.
“Büyüme” kesintisiz faaliyet olduğundan, sınırsız sermaye biriktirme sistemi olan kapitalizm ile ihtiyaçların yerini alan doyumsuz arzular ekonomi politikasının temeli olur. Böylece “dindar-muhafazakar” dinin meşru saydığı (haciyat, tekmiliyat ve tahsiniyat) sınırlarını aşan tüketim (tahrimiyat) için ruhlardaki tüketim tohumunu patlatıyor. Bir kere bu tohum patladı mı artık Nefs-i emmare ruhu istila eder, böylece “muhafazakar dindar-eski İslamcı” canavarlaşır. Bir bakmışsınız ilk hareket noktasında “iyi niyetle iyi bir menzil”e ulaşmak üzere harekete geçen Müslüman “yanlış yol”a girdiği için yol onun maksadını dönüştürmüş, yoldan çıkarmıştır (dalalet). “Yanlış” yani gayrı meşru politik, sosyal, ekonomik ve kültürel tutumlar” dolayısıyla maksadı değişen Müslüman artık güç toplamaktan, gösteriş yapmaktan, manevi değerlerin içini boşaltmaktan, adaletsizliğe ve eşitsizliğe aldırmamaktan, yoksullara ve mahrumlara üstten bakmaktan, geldiği kökeni unutup görgüsüz giyinip tüketmekten rahatsız olmuyor; yaşadığı gibi inanmaya başladığından adaletsizliğe ve yozlaşmaya dört elle sarılıyor; münker ve menhiyatları, haksızlıkları tolere ediyor.
Şimdi soralım: Menzil neydi, bu menzile gelirken yol doğru mu takip edildi?