Solun bir dönüm noktasından geçtiğini düşünüyorum.
Kürt sorunu gibi büyük toplumsal bir sorunun çözüm aşamasına gelmesi, kaçınılmaz olarak büyük tepkileri, büyük öfkeleri, büyük gerginlikleri de beraberinde getiriyor.
Bu konuda geleneksel milliyetçilerin aşırı tepkilerini bir ölçüde anlayışla karşılayabiliriz. ‘Herkes Türk’tür’ diyerek dünyayı algılayan ülkücülerin, Kürtleri; farklı dilleri, kültürleri, gelenekleri olan bir halk, bir milliyet olarak kabullenmeleri kolay değil. Yıllardır çözülemeyen Kürt sorunu, onların Türk milliyetçiliğini yükseltmeleri için de bir olanak haline gelmişti. Bu fırsatın ellerinden kaçıp gideceğinin telaşı içine girdiklerini görüyoruz.
Solculara ne oluyor? Özellikle de sosyalistlere... Yıllarca Kürtlerin özgürlük taleplerinin arkasında duran, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’nı savunmanın bir ilkesel duruş olduğunu düşünen sosyalistlerin önemli bir kesimi, bu konuda da Kemalistlerin peşine takılmış durumdalar. ‘Böldürtmeyiz’, ‘eşkıyayı tepelemeliyiz’ diyen ulusalcı inkârcı siyaset sosyalistlerin de bir kısmının kanına girmiş görünüyor.
Üzücü tabii. Kürt sosyalistleriyle, Türk sosyalistleri uzun yıllar aynı çatı altında özgürlük savaşı verdiler. Bugün Kürtler, Türk tarafındaki sosyalist kardeşlerinden ilgi ve destek beklerken, ‘haydi oradan Kürt milliyetçileri’ cevabını almaları, onları üzüyor, hayal kırıklığına uğratıyor.
***
Her türlü kötülüğü yalnızca ‘emperyalizm’le açıklamayı tercih eden, kaba ‘bağımsızlıkçı’ anlayışı çok güzel bir şekilde özetlediğini düşündüğüm kısa bir mektubu, mektupta sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Ey Solcu Derviş, Döne döne yönünü şaşırdın. Sence AKP, ABD’nin işbirlikçisi, uydusu, Fetullah Gülen ABD’nin emrinde çalışan bir cemaat şeyhi değil midir? Hatta tatlısu demokratları diye adlandırılan bir kısım sosyal demokratlar (Baykal gibi) da ABD’nin dümen suyunda değiller mi? ABD nedir? Kimlerden oluşur? Hedefi nedir? ABD emperyalist değil midir? Sadece kendi çıkarları için savaşmıyor mu? ABD’yi kimler yönetiyor? Lütfen bir şeyler yazarken sözlerin nereye gideceğini düşün. Çekilmez oluyor, çelişkiye düşüyorsun. Çözüm Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık ilkesini uygulamaktır. Atatürk’ün uyguladığı uluslararası işbirliği ise ancak onurlu birlikteliklerle ve eşit paylaşımla yapılabilir. Tek taraflı uydu politikası ve hibe beklentisi ile değil. Uyanman, insanların kafasını karıştırmaman dileğiyle. A.H.Y”
***
Birileri diyebilir ki, bu görüşler çok kaba, solcuların genel durumunu yansıttığı da söylenemez. Biraz dikkatlice bakılsa, soldaki genel hava incelense, çok farklıymış gibi görünen karşı çıkışların özünün bu genel tarifin içinde kaldığı kolaylıkla anlaşılabilir.
Sonuç olarak bu anlayış çözüm istemiyor. Tabii Mustafa Kemal’in Milli Mücadele sırasında izlediği esnek çizgiyi de anlamakta güçlük çekiyor. Lozan’da imzalanan barış anlaşması emperyalizmle bir uzlaşma değil midir? Musul’un İngilizlere devri, emperyalistler karşısında atılmış bir geri adım değil midir?
Gerçekçi bir siyasetçi olarak Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını korumak amacıyla, uzlaşmak gerektiğinde uzlaşmaktan ödün vermekten de çekinmemiştir.
‘ABD kendi çıkarlarını savunmaz mı?’ diye soruyor okurum. Tabii ki savunur. Bugün ABD’nin bölgedeki çıkarları, Kürt sorununun çözümüne uygun düşüyor. Bölgedeki kargaşanın sona ermesi, daha barışçı bir ortam, Obama’nın bugün kendi ülkesinin çıkarları için öngördüğü bir proje. Bu proje, halkımızın çıkarlarına, ülkemizin iç huzuruna da uygun düşüyor.
Türkiye, Kürt sorununu çözme noktasında bir ilerleme sağlayabilirse, bundan en çok halkımız kazançlı çıkacak. Türkiye bölgenin, belki dünyanın en etkili ülkelerinden birisi haline gelecek. Bunu görmemek mümkün mü?
Milliyetçi mi, ulusalcı mı her neyse, onlar nasıl bir Türkiye istiyorlar? Yıllarca en zor koşullarda Kürtlerin haklı taleplerinin arkasında duran Sosyalistlerin önemli bir çoğunluğu, neden ulusalcıların peşine takılıp gidiyorlar?
***
1970 yılındaki Türkiye İşçi Partisi 4. Büyük Kongresi’ne İçel delegesi olarak katılmış ve bir konuşma yapmıştım. Bir sosyalist olarak bu konuşmamda Kürtlerin özgürlük taleplerine dikkat çekmiş, kendi kaderlerini tayin hakkı dahil, onların haklı isteklerinin yanında olmamız gerektiğini söylemiştim. Türkiye İşçi Partisi kongre bildirisi olarak da kabul gören bu anlayış, o dönemdeki sosyalist hareketin durumunu yansıtıyordu. Bu karar gerekçe gösterilerek parti kapatıldı, ben de konuşmam nedeniyle 8 yıla mahkûm edildim.
O günleri anlatan ve sosyalistlerin Kürt meselesine olan ilgilerini bir suçlama konusu olarak dağerlendiren bir yazıda şunlar yer alıyor: “PDA’cılar (yani Aydınlıkçılar), (O kongredeki tek PDA’cı delege bendim, konuşmayı da ben yaptım), 27 Ekim 1970 tarihinde yapılan TİP kongresinde Kürt meselesiyle ilgili bir önerge verirler. Bu önerge şiddetli tartışmalara yol açar. TİP yönetimi, meseleyi bölgesel bir kalkınma sorunu olarak alırken, PDA’cılar, bu yaklaşımın ‘hâkim sınıf iktidarının şoven milliyetçi görüşlerinin ve tutumunun bir uzantısı’ olduğu propagandasını yapar. Sonuçta, başında Kemal Burkay’ın bulunduğu Doğulular grubunun desteğiyle PDA’nın Kürt sorunuyla ilgili önerisi kongrede kabul edilir.
Bu kararda özetle; ‘Türkiye’nin doğusunda bir Kürt halkının olduğu, Kürt halkı üzerinde baştan beri hakim sınıfların, faşist iktidarların baskı, terör ve asimilasyon politikası uyguladıkları, Kürt halkının anayasal vatandaşlık hakkını kullanmak ve tüm diğer özlemlerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesini desteklemenin’ partinin ödevleri arasında olduğu kabul edilir.” (Özgür Billur, İleri dergisi sayı 36-37)
O görüşlerimi ana hatlarıyla aradan 39 yıl geçmesine karşın hâlâ savunuyorum.
RADİKAL