Kadının bütün dünyasıydı çocukları. Onlara bırakmamacasına sarılmıştı. Geride bıraktıklarının acısı canını yaktığı içindir, yüreğini yakıp kavurduğundandır belki de, kim bilir... Bu duygu seli onları birbirine kenetlemişti besbelli.
Yere çömeldi. Dizlerinin üzerine düşmüş, takatı kalmamış gibi yapmadı aslında. Öyleydi zaten, bütün gücü tükenmiş gibiydi. O andan sonra hiç aralıksız üç saat konuştu. Ne sorduğum soruları duyurabilme şansım, ne de söylenenleri yarım bıraktırma gibi bir çabam olamazdı o konuşurken.
Uzun yolculuğun derin izleri vardı her kelimesinde. Acı, vahşet, ölüm, işkence, cezaevi, müebbet, gazete manşetlerine konu olan savaş öncesi dramları, hepsi ama hepsi şimdi bugün, burada bir şerit gibi geçiyordu gözlerinin önünden.
Ben sormadan o anlattı bir bir...
Eşinin yirmi altı yıllık Almanya’daki yaşam öyküsü, Suriye'de bir cezavinin mahzeninde sonlanmıştı birden.
Kendini çok nasipli görüyordu, 'eşinden sekiz aydan sonra haberdar olma' halini anlatırken. Zira zindanlarda çürüyenlerin varlığı, onyıllar sonra zindandan çıkıp gelen ve eşinin bir başkasıyla izdivacına şahit olan siyasi mahkumları düşününce, gerçekten de nasipliydi. 'Hükümlü' oluncaya kadar ki süreçte hiç bir şekilde görüştürülmezmiş maznunlar / sanıklar. Oysa ki yıllarca hiç hüküm giymeden, mahkemelere çıkmadan da zindanlarda kalabiliyormuşsunuz. Kendilerinin Alman vatandaşı olma gibi bir ayrıcalığının olması bu nasipli olmanın önkoşulu olmalıydı. Suriye rejimi o zaman daha rahat hizaya çekilip, zindanda tuttuğu sanığı göstermiş.
Bütün çabalara rağmen, İhvan-ı Müslimin Hareketi üyesi olarak tutuklanan öğretmen eşine müebbet hapis cezası verilir. Almanya'da kalmak artık onun için ve çocukları için onu hiç görmemek demektir. Almanya macerasını, eşini ayda bir (üçyüz elli km.'lik mesafeyi katederek), on dakikalığına da olsa, Şam'ın yirmi km. uzağında konuşlanan, kuş uçmaz kervan geçmez cezaevinde ziyaret etmek için noktalamalıydı. Öyle de yaptı...
Suriye savaşının başlangıcından bir süre önce başlayan cezaevindeki mahkumları başka cezaevlerine nakletme girişimi başarıyla uygulandı.
Savaşın başlaması, ona göre lise öğrencilerinin isyan ateşini yakmasıyla olmuştu. Küçük yaştakilere yapılan iğrenç muamele ve korkunç işkenceler (ki tırnakların kerpetenle çekilmesi en basiti), aşiretleri harekete geçirmiş, salıverilme isteklerinin geri çevrilmesiyle, Suriye geri dönüşü olmayan bir savaş sürecine girmiş oluyordu. Olumsuz yaşam koşullarından tutun da, imtiyazlı aşiretlerin varlığından duyulan rahatsızlığa kadar bir sürü olayın tetikleyicisi oldular adeta bu çocuklar...
Yaşanan katliamlardan kaçmak, ölümden kurtulmak ve barınacak bir yer bulmak umuduyla, yerlerinden yurtlarından olanların arasında o ve çocukları da yer almıştı.
Yaşananlara korkunç demek çok basit kalırdı. Savaş sonrası talanların yaşanması, tecavüze uğrayan genç kızların, kadınların ve katledilen küçücük çocukların/sabilerin varlığı, komşunun bir anda ailecek yokolduğunu görmek ve onları gömmekten dahi aciz olmak duygusu taşınabilinecek, tahammül edilebilinecek bir durum değildi.
Akrabalarının büyük bir kısmı Afrin'e bağlı köylere sığınmış, rahat bir nefes almışlardı. Zira an itibariyle güvenli bölge konumundaydı o bölge.
Kiralanan araçlarla Türkiye sınırına kadar götüren minibüslerden birinde o ve çocukları da vardı. Geçtikleri sınırdan derin bir nefes alıp, geride zindanlarda kalan ve köylere sığınan akrabalarını düşünerek, üzerlerinde bıraktığı derin izleri silmek için ise, daha çok zamana ihtiyaçlarının varlığını da hesap ederek, umutla Suriye topraklarından kaçıyorlardı.
Türkiye'nin sınırında ise kucak açanların varlığı, misafir edeceklerin misafirperverliğini düşündükçe ferahlıyorlardı. Sınırla ilgili yazılıp çizilenlerden bihaberdiler ve güzellikle yadediyordu.
'Sizleri fazla bulanlar var' diyemedim ona. Yük olduklarını ise hiç anlatamadım. Kamplarınızın çok konuşulduğunu, içerde sadece sığınacak yerleri olmayanların varolduğu bilindiği halde, koparılan yaygaraları izahın yolu yordamı yoktu çünkü.
Güvenli bölgeye yerleşenlerin endişeli hali savaş sonrasına (eğer son bulursa tabii) aitti. Muhaliflerin, Kürtlere yönelik hangi tavırları takınacakları henüz bilinmiyordu. Bilinmezlik acısı da ayrıca can yakıcıydı.
Çocukların gözlerindeki yaşama sevinci heyecanlandırdı bizleri. Çocuk her yerde aynıydı işte. Savaşta da olsa eline tutuşturulan şekerin tadını duyumsamanın peşindeydi.
Dindar bir kadın. Bütün gücüyle duaya sığınıyor. Bizleri de yanına alarak ellerini semaya doğru yükseltiyor ve vargücüyle, gür sesiyle:
Esed'in sonunu görmeyi, muhaliflerin zaferini nasip etmeyi diliyor, 'amin' nidalarımızın eşliğinde...
Ey Rabbim 'bu ateşin üzerine bir su dök'. Bu yangını söndürmeye Sen'in gücün yeter, diyerek meramını anlatmanın telaşını yaşıyor.
Kadını, çocuklarını, zindandaki eşi, geride köylere sığınan binlerce insanı düşünüp, savaşın çarkını döndürenlerin varlığı ürkütücüydü.
Hala zulmün boyutunu farketmeyip, Esed yanlısı demeçlerini dinlemeye tahammülümüzün kalmadığı siyasetçilere göndermeler yapmayı, ne kadar çok isterdim.
Savaşın kör ettiği gözlerini, kemikleşen yüreklerini, silahlardan elde edilen paraların hesabının kabarıklığının telaşından, ölüm çığlıklarını duymayan, bebeklerin öldürülmesine seyirci kalabilenler!
Son duanızı tez elden çıkarın. Zira fazla vaktiniz kalmadı.