1-2 Kasım 1922 gecesi saat 3.00’te, gök gürültüsünü andıran alkışlar arasında Saltanat’ın kaldırılmasını sağlayan iki maddelik kanunun 1. maddesinde, Misak-ı Milli sınırları içinde TBMM Hükümeti’nden başka hükümet tanınmayacağı kesin bir dille belirtilirken, 2. maddesinde “Türkiye Devleti, Hilafet Makamı’nın dayanağıdır” denmişti. Çünkü henüz dinî hassasiyetleri kullanmaya ihtiyaç vardı. Nitekim geçtiğimiz günlerde CHP Mersin Kadın Kolları üyesi bir grup modern hanımın çarşaf yırtarak kutladığı Hilafetin İlgası ancak 16 ay sonra gerçekleşti. Gelin bu 16 ayın hikâyesine birlikte bakalım.
Eskisi gitti, yenisini seçelim
Ankara’nın İstanbul’daki adamı Refet (Bele) Paşa, Vahdettin’in maiyetindeki dokuz kişiyle birlikte 17 Kasım 1922 sabahı saat 6.00’da iki İngiliz Kızılhaç ambulansı ile önce Tophane rıhtımına, oradan da İngilizlerin HMS Malaya gemisine bindiğini haber verdiğinde, Ankara rahat bir nefes almış olmalı. Çünkü Meclis, Saltanat’ı ilga ederken Vahdettin’in Halifeliği İslami usullere uygun bir fetva ile sonlandırılmış değildi. Vahdettin o günlerde henüz hainlikle suçlanıyor da değildi. Bu durumda devlette iki başlılık kaçınılmaz olduğu için Vahdettin’in ülke dışına kaçması, Ankara’nın işini büyük ölçüde kolaylaştırmıştı. Yine aynı gerekçe ile yeni bir Halife seçmek gerekiyordu.
18 kasımdaki oturumda, seçilecek Halife’ye biât edilip edilmeyeceği, Halife’nin Ankara’da mı yoksa Bursa’da mı ikâmet etmesi gerektiği gibi konulardaki ateşli tartışmalar yapıldıktan sonra ertesi gün yeni Halife’nin seçimi yapıldı. Seçime katılan 162 mebustan 148’i Hükümetin adayı olan Sultan Abdülaziz’in oğlu Abdülmecit Efendi’ye oy verirken, dokuz milletvekili çekimser kalmış, diğer beş oy II. Abdülhamid’in şehzadelerinden Selim ve Abdürrahim efendilere gitmişti.
Abdülmecit Efendi, devlet görevleri yanında, ressamlığı ve sanatsal olaylara verdiği maddi, manevi destekle tanınıyordu. Saray Ressamı Fausto Zonaro ve Sanayi-i Nefise Mektebi hocası Salvatore Valeri gibi önemli isimlerden resim dersi alan Abdülmecit Efendi, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin gazete çıkarma girişimlerine, Galatasaray Sergilerine, Şişli Atölyesi’ne, Viyana Sergisi’ne ve ünlü ressam Avni Lifij’in Paris’te burslu olarak okutulması gibi konulara destek olmuş, altı dil bilen aydın bir kişiydi.
Ankara’nın şartları
TBMM’nin kararını Abdülmecit Efendi’ye tebliğ etmek üzere Müfid Efendi başkanlığında kura ile seçilmiş 15 kişilik heyet İstanbul’a gönderildi. Ankara törenin sade olmasını istiyordu ancak Abdülmecit’in bazı istekleri vardı. Mustafa Kemal bunlar arasında özellikle Abdülmecit’in Fatih kıyafetine bürünmek istemesini alaylı bir gülme ile karşılayacaktı. Refet Paşa’ya bir telgraf çekilerek, Vahdettin’in “Halife-i Müslümin” unvanıyla birlikte “Hadim’ül Haremeyn” unvanını da kullanabileceği, ancak Fatih kıyafeti ya da askerî üniformayı kesinlikle giyemeyeceği, kıyafetinin “İstanbulin” (pantolon ve ceketten oluşan sade bir kıyafet türü) olacağı kesin bir dille belirtildi. Ancak Abdülmecit biât töreni sırasında tahtının Hümayun’un Topkapı Sarayı’nın Akağalar Kapısı önüne konulmasını, Kılıç Alayı ve muayede denilen el öpme töreninin yapılmasını, ardından Eyüp Sultan’a gidilmesini istiyordu. Anlaşılan eski altın günleri canlandırmayı hayal ediyordu.
Halifelik töreni
24 kasım cuma günü önce Topkapı Sarayı’nda Kutsal Emanetler bölümüne giden Meclis Heyeti, Vahdettin’in gidişinden sonra hiçbir şeyin eksik olmadığına dair mazbatayı aldıktan sonra Bağdat Kasrı’na gitti. Burada Müfid Efendi bir konuşma yapıp kırmızı bir atlas kese içinde seçim mazbatasını yeni Halife’ye verdi. Kutsal Emanetler Dairesi’nin anahtarı Abdülmecit Efendi’ye teslim edildikten sonra hep beraber Hırka-i Şerîf’in ziyaret edilmesiyle Bîat Merasimi tamamlandı.
Ancak hutbenin İstanbul’dan önce Ankara’daki Hacı Bayram Veli Camii’nde ve Meclis’in bir temsilcisi tarafından okunması, İstanbul’da, Cuma namazı için gidilen Fâtih Camii’nde hutbeyi Halife Hazretleri’nin değil (‘Hazretleri’ unvanına TBMM karar vermişti), heyet başkanı Müfid Efendi’nin okuması ve cami avlusunda İstiklal Marşı’nın çalınması gibi iktidarın tam olarak Ankara’ya devrini gösteren sembolik olaylar vardı.
Halifeli Cumhuriyet
İlk rahatsızlık, Abdülmecit Efendi’nin biât törenini takiben, teşekkür telgrafını TBMM Başkanlığı yerine “Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine” diye çekmesi; imzasını da “Halifeyi Resullullah Hadimü’l-Haremeyni’ş-şerifeyn Abdülmecit bin Abdülaziz Han” diye yasaklanmış terimlerle atmasıyla yaşandı. Abdülmecit Efendi’nin sakallarını tam boy uzatıp, bütün nişanlarını takıp sağda solda gezmeye başlamasının ardından Hilafet konusundaki olumlu görüşleri gayet iyi bilinen Refet Paşa’nın Abdülmecit Efendi’ye süslenip püslenmiş Konya adlı beyaz bir at hediye etmesi epey can sıkmıştı ki Abdülmecit Efendi Eyüp Camii’ndeki Cuma namazlarından birine Halifelik nişanları ile katılınca Ankara‘da alarm zilleri çalmaya başladı.
Mustafa Kemal, İstanbullu gazetecilere 17-18 Ocak 1923’te İzmit Kasrı’nda verdiği mülakatta Halifelikle ilgili planlarının ipuçlarını vermişti ama mayıs ayında Halife Abdülmecit Efendi, yaveri Edip Bey’i Ankara’ya yollayıp, Halifeliğin İslam dünyasında tanınması için, İslam ülkelerinden heyetler davet edilmesini isteyecek kadar hayal âleminde yaşıyordu. Yine de 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Halifelik Makamı’na dokunulmaya cesaret edilmedi. İrili ufaklı pek çok olaydan sonra basında ve Meclis’te Halifeliğin mi Meclis’in mi daha üstün olduğu tartışmalarına Hint Müslümanlarının dahil olmasıyla ortam iyice gerilmişti ki 22 Ocak 1924’te Mustafa Kemal’in Başbakan İsmet Paşa’dan aldığı şifreli telgraf sonun başlangıcı oldu. Telgrafta İsmet Paşa, Halife Efendi’nin bazı isteklerinden bahsediyordu. Bunlar arasında en önemli olanı Halifenin bütçesinin arttırılmasıydı. Bu talep Mustafa Kemal’in canını çok sıktı çünkü yeni oluşturulan Cumhurbaşkanlığı makamı için 247.320 lira ayrılırken, Halifelik Makamı için bir önceki yılla aynı miktar yani 331.695 lira tahsis edilmişti. Yani Halifelik Cumhurbaşkanlığı’ndan daha mı önemli bir kurumdu?
Halife’nin yabancı siyasi konukları kabul etmek için izni istemesi ise Mustafa Kemal’in Halife yanlılarına nihai darbeyi vurması için altın tepside sunulmuş bir fırsat gibiydi. Mustafa Kemal ani bir kararla aynı gün İsmet Paşa’ya cevabi telgrafını yazdı. Telgrafta Halife’nin gerek kendisi gerekse makamı ile ilgili olumsuz gösterilere yol açtığını belirtip yaşam tarzını, Cuma Alaylarını, tantanalı gezintilerini eleştiriyordu. Devamında Hilafet Makamı’nın ancak tarihsel bir anı olduğunu hatırlatarak Halife’nin bu tür siyasi ilişkiler kurmak istemesinin Cumhuriyet’e saldırı olduğunu söylüyordu. Telgraf, kendisine ayrılan ödeneğin yaşamını sürdürmesi için verildiği, debdebe için olmadığının hatırlatılmasıyla bitiyordu.
Paşaların rızası
Ama nihai karar, 15-20 Şubat 1924 günleri İzmir’de yapılan Harp Oyunları sırasında alındı. Manevraların amacı Mussolini Yunanlılarla ittifak ederek Türkiye’ye saldırırsa Türk ordusunun başarılı olup olamayacağını anlamaktı ancak biraraya gelen devlet büyükleri bu arada Halifelik meselesini de görüştüler. Paşaların tavrı olumlu olmalıydı ki Mustafa Kemal aynı günlerde bir Fransız dergisine verdiği bir demeçte şöyle dedi: “Tarihimizin en mutlu dönemi hükümdarlarımızın Halife olmadıkları zamandır (...) Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları İstanbul Halifesi’ni asla tanımadılar. Bütün İslam milletleri üzerinde yüce ruhani görevini yerine getiren tek Halife fikri gerçekten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma’daki Papa’nın Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir (...) Biz Halife’yi eski ve saygıdeğer bir geleneğe saygı duyarak yerinde bıraktık. Halife’ye saygımız vardır.” Ama bu saygı ifadeleri kâğıtta kaldı çünkü 27 şubatta İsmet Paşa Türkiye’nin dış temsilciliklerine Hilafet’in kaldırılacağını ve Hanedan’ın sürgüne gönderileceğini şifreli telgrafla bildirdi.
Sarıklıların teklifi
Halifeliğin kaldırılması için 1 Mart 1924’te başlayacak bütçe görüşmeleri seçilmişti. 3 marttaki son oturumda bütçenin lehte ve aleyhte görüşlerin dinlenmesine geçildiğinde Urfa Milletvekili Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ve 53 arkadaşı tarafından verilen bir önerge ile Halifeliğin hem ülke içinde, hem de dış ilişkilerde iki başlılık yarattığı, Hanedanın yüzyıllardır bir felaket olduğu ve Türk milletinin yıkımına sebep olduğu, Halifeliğin bu açıdan Türkiye’nin bekası açısından yeni tehlikelere gebe olduğu söylendi ve ilgası istendi.
Teklifin Meclis’in ‘sarıklı’ milletvekilleri tarafından yapılması tepkileri azaltmış olmalı çünkü zabıtların incelenmesinden anlaşıldığı kadarıyla bu önemli konunun görüşülmesi sadece 3,5 saat sürmüştü. Konunun müzakeresi boyunca 34 milletvekili söz almış ama bunların 19’u sadece hatiplere laf atmak suretiyle müdahale etmiş, üçü birkaç cümlelik konuşmalar yapmıştı. Geri kalan 12 mebus ise değişik uzunluklarda konuşmuşlardı. Sadece iki üye Halifeliği savunma cesareti bulmuştu. Bunlardan İkinci Meclis’in tek bağımsız üyesi Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey “Hilafet ittihat-ı İlâma İslâm dünyasının birleşmesine imkân tanıyacak önemli bir vesiledir. Bendeniz (...) ittihat-ı İslâm taraftarıyım (...) Hilafetin ilgasını kabul ederek bugünkü vaziyet dahilinde bu müthiş kuvveti düşmanların veyahut diğer hükümetlerin kucağına atmayalım (...) Bana öyle geliyor ki, bunun zamanı henüz gelmemiştir. Dokuz umde ile halka bunu ilan etmiştik” demeye cesaret etmiş ancak salondan yükselen itiraz sesleri arasında sesi kaybolmuştu. Kastamonu mebusu Dadaylı Miralay Halid (Akmansü) Bey “Kurtuluş Savaşı’nda ‘Halifelik Makamı’nı bütün vatanla birlikte kurtaracağız’ dedik. Halk, Halifelik Makamı olmadan Cuma namazını kılamayacağı inancındadır” dedi ama atmosfer öylesine ateşliydi ki sesini bile duyuramadı. TBMM Gizli Celse Zabıtlarına göre bu konuşmaları İzmir Mebusu ve Adalet Bakanı Seyyid Bey’in “İslam tarihinde önemli bir başarıya imza atmak üzereyiz” diye başlayan uzun ‘ilmi’ konuşması izledi. (Mete Tunçay’a göre Seyyid Bey’in konuşması zabıtlara daha sonradan monte edilmiş olmalıdır çünkü bu konuşma 2 Mart 1924 günlü CHF Grup Toplantısı Tutanakları’nda da vardı.)
Konuşmanın ardından oylamaya geçildi ve Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılması Hakkındaki (431 Sayılı) Kanun, oturuma katılan 158 üyenin 157’sinin oyuyla kabul edildi. (Halifelik lehine konuşanlardan Miralay Halid Bey, yine de Hilafetin ilgasında bir mahsur görmediğini söyleyerek lehte oy vermişti.) Aynı oturumda Cumhuriyet tarihi boyunca önemli sonuçlar doğuracak olan Şer’iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’nin İlgasına Dair Kanun ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu da kabul edilmişti.
Abdülmecit Efendi’nin tepkisi
Kararı Abdülmecit Efendi’ye bildirme işi İstanbul Valisi Haydar Bey ve Polis Müdürü Saadettin Bey’e düştü. İddialara göre Abdülmecit Efendi, ilk anda karara inanmak istememiş ve heyeti saraydan kovmaya kalkışmıştı. Sarayın çevresinin sarıldığını ve telefon bağlantısının kesildiğini anlayınca sakinleşmişti. Halife ve ailesi halkın galeyana gelmesini önlemek için ertesi sabah, saat 5.00’te gizlice Çatalca istasyonuna götürüldüler. Burada bir süre Rumeli Demiryolları Şirketi’nin Yahudi kökenli amiri tarafından ağırlandıktan sonra Simplon Ekspresi’ne (eski Şark Ekspresi) bindirildiler.
431 Sayılı Kanun’a göre sürgüne gidecek olan Osmanlıların sayısı 155’ti. O tarihte ülkede, 36’sı erkek, 48’i kadın ve 60’ı çocuk olmak üzere 144 hanedan mensubu bulunuyordu. Bunlardan 140’ı 15 mart akşamına kadar ülkeyi terk etti. Mart ayının sonuna gelindiğinde Türkiye sınırları içinde Osmanlı Hanedanı’na dahil bir kişi bile kalmadı.
Abdülmecit Efendi’nin istasyona gitmek üzere otomobile binerken “Mademki milletin ve memleketin saadet ve selameti için çalışıyorsunuz. Allah muvaffak etsin” derken, trende kendisine ulaşmayı başaran gazetecilere ise “Bütün düşüncem, milletin kararı karşısında uymaktır. Millete duacıyım. Şimdilik İsviçre’ye gidiyoruz. Yabancı ihtiraslara alet olmayacağım” demişti. Ancak sürgünün ilk durağı Montrö’de bir bildiri yayımlayarak Ankara Hükümeti’ni ‘ladini’ (dinsiz, din dışı) olmakla suçladı ve İslam dünyasını Hilafet konusunda karar almaya çağırdı. Ama Ankara’nın İsviçre’ye baskısı üzerine bir daha böyle konuşmalar yapmadığı gibi İslam dünyasından da yardım göremedi. O tarihten itibaren pek çok kişi Halifeliğini ilan etti ama Halifelik bir daha eskisi gibi olmadı.
İngiliz komplosu mu
Bazıları Halifelik ile ilgili sıkıntıların çoğu biçimsel konularda iken ve Musul meselesi ortada dururken, İngiltere’ye tek baskı yapma aracı olan Hilafetin kaldırılmasını İngilizlerin baskısına bağlarlar. Örneğin Rauf Bey’e göre, Lozan’a giden Türk Heyeti’ndeki Hahambaşı Naum Efendi’nin etkilediği İngiltere temsilcisi Lord Curzon, İsmet Paşa’ya baskı yapmıştır. Rauf Bey, İngilizlerin daha Said Halim Paşa’nın sadrazamlığı döneminden (Haziran 1913-Şubat 1917) beri Halifeliği para ile satın almaya çalıştıklarına inanır. Kazım Karabekir, 1933’te Emekli Kurmay Albay Halit Akmansü’ye benzer bir açıklama yapacaktır. Ancak Lozan Heyeti’ndeki Rıza Nur, hatıratında Naum Efendi hakkında ırkçılığa varan yorumlar yaptığı halde böyle bir iddiada bulunmaz.
Nitekim İngilizler Halifeliğin kaldırıldığını duyduklarında büyük bir şok yaşamışlardır. İngiliz Dışişleri belgelerini inceleme fırsatını bulan Ömer Kürkçüoğlu’na göre, İngiltere’nin Musul’daki bir görevlisi Türklere tek Halifelik bağı ile bağlı olan Kürtlerin durumunu düşününce bu olayın “Türklerin kendi bindikleri dalı kesmelerinin İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel olduğunu” söylemiştir. Kürkçüoğlu Hilafetin kaldırılmasının, “İslam Türklerle Kürtler arasındaki tek bağdı. Türkler şimdi bunu kopardığına göre Kürtler de kendi geleceklerini düşünmek zorundadırlar” diyen Şeyh Said’in 1925’teki ayaklanmasında rol oynadığına inanır.
Mete Tunçay’a göre ise Halifeliğin kaldırılması demokratikleşmeden çok laikleşmeye önem veren Mustafa Kemal tipi Jakoben modernleşme projesi açısından gayet anlamlıdır. Sadece zamanı tartışmaya açıktır. Gerçekten de olayların gidişatı Mustafa Kemal’in Halifeliğe karşı mücadeleyi siyasi rakiplerini tasfiye ederken uygun bir zemin olarak gördüğünü ve bu olayı, gücünü herkese ispat için kullandığını gösterir. Nitekim bu tarihten itibaren atılan bütün adımlar, rejimin otoriter niteliğini ve Mustafa Kemal’in tek adamlığını daha da pekiştirecektir.
TARAF