Evrim, felsefî ve metafizikî bir dogmadır

Ali Ünal

Evrim teorisini iyi değerlendirebilmek için önce modern bilimsel yaklaşımı ve evrim iddiasının arkasındaki maksadı iyi anlamak gerekir. Bu yaklaşımı doğuran, Batı'da bilimin daha çok sınıf ve menfaat çatışması kaynaklı olarak dine muhalif gelişmesidir;

bilhassa evrim iddiasının arkasındaki ana maksat da Yaratıcı'yı inkârdır; demek ki evrim, iradî bir ön kabuldür. Söz konusu yaklaşıma göre, (1) Bilimin sahası, ancak fizikî dünyadır. (2) Fizikî dünyanın sahasına girmeyen her şey, felsefîdir, metafizikîdir. Açıktır ki, felsefeyi ve metafiziği kendinden uzak tutma iddiasındaki bilim, dine karşı gelişmesi ve konumlanmasından kaynaklanan felsefî ve metafizikî dogmalar üzerine oturmaktadır ve daha başka dogmalar üreterek yoluna devam etmiştir. Bunlar da: (1) Ancak bilimin ispatladığı bir şey gerçektir. (2) Dolayısıyla gerçek, ancak fizikî dünyadadır. Bir yandan, felsefî ve metafizik bir yargıyla varlık sahasını ayıracaksınız, sonra bunlardan birini kendinize çalışma alanı seçeceksiniz, sonra da gerçeği sadece sahanıza hasredip tekelinize alacak, felsefe ve metafiziğe havale ettiğiniz sahaların varlığını da ya inkâr veya bu sahaların gerçeklerini "bilimsel" değil diyerek mahkûm edeceksiniz.

Bilim, gerçekleri fizik âleme hasretmekle aklımızı beş duyumuza tâbi kılmaktadır. Oysa beş duyu dışındaki aklî gerçekler, "bilimsel" gerçeklerden daha temel bir konuma sahiptir. Meselâ, "Yok, var olmaz ve yoktan var olunmaz." Bu gerçeği inkâr edemeyen bilim, maddeye ezeliyet vermektedir. Ama bir diğer küllî kaide olarak, "Ezelî, yani zaman ve dolayısıyla mekân ötesi bir şey, mürekkep olamaz, parçalanmaz, maddî hususiyetlerden mücerret olması gerekir." Ama madde, zaman ve mekân boyutlarıyla sınırlıdır, mürekkeptir, parçalanmaktadır. Bundan dolayıdır ki materyalistler, madde tarifini değiştirip durmuşlardır. Yine bir diğer kaide olarak, "Bir şey, kendinde var olmayanı başkasına veremez." Madde, cansızdır; ilimden, iradeden, şuurdan yoksundur. Oysa varlık, açıktır ki ilme, iradeye ve kudrete muhtaçtır ve hem bunlara sahip, hem hayat sahibi varlıklar pek çoktur. Şu halde, mevcudiyeti mutlak, ezelî ve kendinden, var edip, varlığın sahip olduğu her şeye de mutlak manâda sahip ve onları ona verebilecek bir Var'a kesinlikle ihtiyaç vardır. Bilim, bu en önemli gerçekten kaçma adına, mutlak ilim, irade ve kudret gerektiren şu muhteşem varlığı "tesadüf" ve "zorunluluk" gibi iki kelimeye havale edebilmekte, böylece felsefî ve metafizikî bir dogma daha üretmekte, putunu kendi yapıp kendi tapmaktadır. Yine, varlık, asla maddî boyutundan ibaret değildir. Varlıkta, her bir varlığın "ne"liği manâsında mahiyet, "kim"liği manâsında hüviyet, bir de bütün bunların "hey'et-i umumiyesi" olarak şahsiyet vardır. Kimliği ve maddî yapıyı tayin eden ve ondan önce gelen, mahiyettir. Bunların hiçbirisi "tabii" bilimlerin sahasına girmediği gibi, varlık üzerinde organizmalarından, cismanî yapılarından çok daha tayin edicidir de.

Varlıkta maddenin manâya tâbi olduğunun bir diğer delili düşüncedir. Bazı iddiaların aksine, insan, kelimelerle düşünmez. Çünkü hiç kelimeye dökülmemiş manâlar kalbe doğar, bazı manâları ifadeye kelime de bulamaz ve "vücut dili" kullanırız. Dolayısıyla, varlıkta aslolan manâdır; manâyı tayin eden mahiyettir, sıfatlar toplamıdır. Mahiyet ve manâ kelime kalıbına girince kimlik oluşur. Şu halde, kâinatın maddî yapısının ötesinde manâsı ve mahiyeti söz konusudur. O manâ ve mahiyet de, kâinatın ötesinde birinin "zihni"nde, ilminde bulunması gerekir. Bu düşünce ve sonuçları üreten de bilim değildir, akıldır. Demek ki, akıl maddî değildir ve maddeden öncedir. Ama akıl, her şey değildir. Akıl icat eder, tasdik eder ama tecrübe edemez. Tecrübe için hisler lâzımdır. Hislerin tecrübesi de bir yere kadardır. Bir de iç müşahede söz konusudur. İrade de dahil olmak üzere bunların toplamına vicdan denir. Vicdan, insanın şuurlu fıtratı, şuurlu varlığı, bir bakıma ruhun aslî mekanizmasıdır.

Evrimi değerlendirebilmek için önce bilimci ve evrimcilerin tuzaklarından kurtulmak zorundayız.

ZAMAN