‘Evete hayır’ diyenler

Etyen Mahçupyan

Anayasa değişikliğinin referanduma gideceğinin kesinleşmesiyle birlikte, ‘hayır’ cephesinin bu tutumunu analiz etmeye yönelik yazılar okumaya başladık. Eğer paketi destekliyorsanız bu epeyce anlaşılır bir durum, çünkü karşı tarafın doğru dürüst bir argümanı olmadığı için elinizde rahat ve keyifli bir eleştiri imkânı var. Gerçekten de getirilen değişikliklere özgürlükler veya demokrasi adına karşı çıkmak mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla ‘hayır’ cephesinin söylemi kendi ideolojik konumlarını deşifre eden bir dizi gaftan oluşuyor.

Ancak meseleye bir de öbür yandan bakalım... Referandumda ‘hayır’ diyeceklerini açıklayan CHP ve MHP ile boykot etmeyi tercih eden BDP’nin acaba başka seçenekleri var mı? Doğal olarak siyasetin her zaman durumun ve olguların yeniden değerlendirilmesine dayandığını, belirli ilkeler doğrultusunda yeni seçeneklerin geliştirilmesini ima ettiğini öne sürebiliriz. Ayrıca siyasetin temsiliyet üzerinde yükseldiğini, her siyasi hareketin topluma ve kendi tabanlarına kulak vermeleri gerektiğini de ekleyebiliriz. Bu çerçeve içinden bakıldığında söz konusu üç partinin önünde çok geniş bir siyaset imkânının durduğu açık. Ancak bu kuramsal bir ihtimal... Her şeyden önce bu siyaset imkânını görecek, uygun bir strateji yaratacak ve kendi örgütünü de bu yönde hazırlayacak bir liderliğe ve kadroya ihtiyaç var. Oysa her üç partinin de bu açıdan kendilerine özgü zaafları bulunuyor.

CHP’de Kılıçdaroğlu’nun kapasitesi daha bir ay bile dolmadan ortaya çıkmış gözüküyor. Hele onu taşıyan kadronun oportünizme göz kırpan nitelikler sergilemeye eğilimli olduğunu gözlemlediğinizde, bu partiden ciddi bir alternatif üremeyeceğini de anlıyorsunuz. Buna karşılık bu partinin eskiye kıyasla oylarını arttırdığı beklentisi var ve referandumda da partiler sınanmayacak. Kısacası CHP’liler önlerinde fazla aktif olmak zorunda olmadıkları, hareketsizliğin maliyetinin nispeten az olduğu bir dönem bulunduğunu düşünüyorlar.

MHP ise bir yandan kendi içyapısını ulusalcı sızmaya karşı korurken, aynı anda da ulusalcılara muhtaç olmayan bir ideolojik tutuma sahip olunduğunu kanıtlamakla uğraşıyor. CHP oylarının muhtemel yükselişinin kendi oylarının düşüşü anlamına geleceğini bilen MHP yönetimi bütün enerjisini, AKP’ye karşı olurken CHP’ye benzememek için harcıyor. Dolayısıyla bu iki partinin ‘siyaset’ adına geliştirebildikleri tek çözüm, referandumda sunulacak pakete ‘hayır’ demekten ve bu tutumu olabildiğince popülist ve demagojik bir söylem içinde sunmaktan ibaret. Çünkü Anayasa değişikliği üzerindeki herhangi bir somut tartışmanın bu partilere getirisi yok ve zaten bu alanda söyleyecekleri söz de yok...

BDP’ye gelirsek bu partinin sorunu zaten belli... Öcalan ve PKK etkisi altında kişiliği budanmış bir parti bu. Birçok alanda doğru tavır ve söyleme sahip olmalarına rağmen, bu tutumlarının siyasi getirisi son derece sınırlı, çünkü siyaset söylediğinizi yapabilme gücü veya en azından elinizdeki sınırlı gücü o yönde kullanacağınıza dair bir güvenilirlik gerektirir. Oysa BDP’nin yarın neyi savunacağını BDP’liler bile bilmiyor. Sonuçta bu parti kurumsal nedenlerle sıkışıp kaldığı kişiliksizlik halini genel siyasete de taşımaktan başka yol bulamıyor. Bunun da karşılığı referandumda oy kullanmayarak boykot etmek... Böylece kendisini ‘Türkiye partisi’ olarak sunan BDP, belki de Türkiye’nin siyasi geleceğini en derinden etkileyecek bir konuda ‘tarafsız’ kalıyor.

Görüldüğü gibi aslında gerçek bir ‘hayır’ cephesi olmadığı gibi, boykotun da içeriksel bir temeli bulunmuyor. Aslında bu üç parti ‘evete hayır’ diyorlar... Yani ‘evet’ diyemedikleri için, kendi açılarından mecburen ‘hayır’ demek zorunda kalıyorlar. Üç partinin arasındaki fark ise etnik kimlikle yakından bağlantılı gözüküyor. CHP ve MHP’nin ‘hayır’ı, ‘Türk’ kimliğinin tahayyülüne uygun bir rejimin sahiplenilmesini ima ederken, BDP’nin boykotu ‘Kürt’ kimliğinin ayrışmasına hizmet ediyor.

Kısacası muhalefet partileri bu referandum sürecinde olabilecek en arkaik konuma sıkışmış durumdalar ve kadrolarını, ideolojilerini ve içinde bulunduğumuz konjonktürü dikkate aldığımızda fazla bir alternatifleri de yok. Diğer taraftan bu sıkışma söz konusu partilerin seçmen psikolojisini bir miktar yansıtsa da, esas olarak kurumsal yapılar için geçerli. Yani önümüzdeki referandumda her üç partinin de temsil gücü zayıflayacak ve kararsızların desteğiyle bile ancak seçimlerde aldıkları toplam oy kadar ‘hayır’ ve ‘boş’ oy çıkartabilecekler.

Buna karşılık, madalyonun öteki tarafına geldiğimizde, ‘evet’ oylarının da bu alternatifi destekleyen partilerin oylarını aşacağından emin olabiliriz. Örneğin Kadir Has Üniversitesi’nden Banu Baybars Hawks’un bu hafta yayımlanan araştırmasına göre, toplumun yüzde 70’den fazlası yargı ve anayasa reformlarının gerekli olduğunu düşünüyor ve önümüzdeki referandumun en kritik maddeleri de yargı ile ilişkili.

Ancak referandumda ‘evet’ oylarının muhtemel üstünlüğünün pek üzerinde durulmayan bir başka nedeni daha var: AKP’nin siyaset stratejisinin muhalefet tarafından algılanamayışı... AKP’nin stratejisi demokratikleşmeyi tüm alanlarda ufak adımlarla ilerletmek, hiçbir alanı boş bırakmamak ve bunları tek tek, sırasıyla yapmaktı. Dolayısıyla ne kapsamlı bir demokratikleşmeyle karşılaştık, ne de herhangi bir alanda gerçekten derinlemesine adımlarla... Ne var ki muhalefet bu adımların her birine ayrı ayrı karşı çıkma basiretsizliğini gösterdi. Böylece AKP demokratikleşmeyi taşıyabilecek tek parti haline gelirken, muhalefete de kendisini demokrasi taraftarı gösterebileceği hiçbir alan kalmadı. Böylece muhalefet adım adım vesayetçi sistemin savunuculuğuna sürüklendi ve tıkandı. Açıktır ki bu sonuç AKP’nin maharetinden ziyade, muhalefetin siyasi düzeysizliğinden kaynaklandı ama doğrusu pek de şaşırtıcı olmadı.

TARAF