Evet, Hem Rekabet Hem de Kopuş Süreci

KENAN ALPAY

Siyasetin doğası ve iktidar olma arzusunun önlenemez tabiatı çatışmaların merkezini oluşturuyor.  Rekabet eden, çatışan düşünce ve hedeflerin varlığı hiçbir güç ve statükonun ebediyete kadar kalıcı olmasına imkân vermez. Daimi bir statüko veya zaafa düşmeyecek bir sistem kurmak da işletmek de mümkün olamayacağına göre yaşanan gelişmeleri sürpriz sanmak hiç de akıl karı değil.

Fert ve toplum gibi kurumların hatta kurumların anası devletlerinde değişimi, dönüşümü hatta başkalaşımı zannedildiği gibi her zaman kontrol altında tutulabilir değildir. İnsan unsuru hesapları hatta hesaplar yapan dengeler kuran güç merkezlerini de açığa düşürebilir, bozguna uğratabilir. ABD ve AB’de görülen “tarihin sonu, ideolojilerin sonu, siyasal İslam’ın iflası, 3. Dünyanın daimi bağımlılığı” gibi rüyaların gerçek hayatta nelere tekabül ettiğini de edeceğini de görmek için sabırsız olmamak lazım.

Al Sana Tam Bağımsızlık

Türkiye Cumhuriyeti ya da daha doğru ifadesiyle Kemalist Cumhuriyet, tarihi, kültürel, siyasi, askeri ve iktisadi açıdan İslami kimliğin bir bütün olarak reddi ve Batı konseptinin erişilmesi gereken bir ideal kabulüyle şekillendirildi. İktidar sınıfları ve resmi ideolojisi Türkiye’nin ABD-AB-NATO-IMF gibi daha birçok kurumsal bağlantısı sıradan bir yol haritası değil durulması ve dönüşü mümkün olmayan bir “mecburi istikamet” şeklinde tepeden tırnağa her şeyi belirleme makamında görüyordu kendisini. Eleştiri, itiraz veya alternatif arayışları iç-dış konsensüsle sonu askeri darbeye kadar uzanacak yöntemler marifetiyle hızlıca bertaraf ediliyordu.

Basına uygulanan sansürler, toplumsal taleplere konulan yasaklar, dernek-vakıf ve siyasi partilere kapatma, eğitim öğretim kurumlarını makbul vatandaş üretim merkezi olarak planlama, silahlı kuvvetlerin korkutucu-caydırıcı gücüyle rejimin bekasını temin etme gibi teamüllerin başarısızlığı da halkta yarattığı bıkkınlık da ortada. Bu usul üzere siyaset icra eden asker-sivil, aydın-bürokrat, yargı mensubu-akademik kadroların tasfiye süreci kim ne derse desin hızlanıyor. Öyle görünüyor ki ayak sürüyerek biraz geciktirilmesi dışında bu tasfiyenin engellenme ihtimali çok zayıf.

Son olarak MİT Müsteşarı Hakan Fidan bağlamında Başbakan Erdoğan ve Hükümetin hem içeride hem de dışarıda bu kadar çok tartışma konusu olmasının birçok izah yöntemi ve sebebi var elbette. Ama şahit olduğumuz bu şiddetli tartışmaların siyasi-iktisadi rekabetle ilgisi olduğu muhakkak. Fakat bu sürecin AK Parti siyasetinin temsil ettiği kesimler açısından içeride Kemalist ideoloji ve sınıfların dışarıdaysa AB-ABD konseptinin dayattığı yol haritasından kopuşun kat edilen mesafeleri saymamak ne derece doğrudur?

BM Güvenlik Konseyi’nin ısrarlı bir biçimde eleştiri konusu yapılması, AB ve ABD’nin Filistin, Suriye ve Mısır başta olmak üzere sergilediği sömürgeci siyaset bağlamında ağır eleştirilere konu edilmesi basit bir popülizim olmasa gerek. Yine 12 Eylül 2010 referandumuyla hızlanan Ergenekon ve Balyoz yargılamaları, eğitim öğretimde resmi ideolojinin tahakkümünü sembolize eden bir takım militer uygulamaların yürürlükten kaldırılması veya başörtüsü yasağının kaldırılması yönünde atılan adımlar klasik bir muhafazakâr siyaset ve oy kaygısı şeklinde izah edilebilir olmaktan çoktan çıkmıştır. Başbakan Erdoğan’ın temsil ettiği siyasi ve iktisadi çizgi içeride sadece Kemalizmle değil Batıcılığı temsil eden sol-sosyalist, ulusalcı, sol-liberal hatta muhafazakâr milliyetçi siyaset merkezleriyle de yıkıcı bir şekilde rekabet ediyor ki bu sürecin ‘kopuş’u getireceği besbellidir.

Açmazdaki Ezber: Ajanlar Savaşı

İdeolojik olduğu kadar iktisadi, siyasi, istihbari ve askeri açıdan da kelimenin tam anlamıyla Batıya bağımlılığı temsil eden, uluslararası ve bölgesel statükonun muhafazasına koşulmuş “yalancı pehlivanların” papağan gibi tekrarlayıp durdukları tam bağımsız Türkiye masallarının sonuna gelindi. Hakan Fidan üzerinden uluslara arası kamuoyuna yansıyan tartışma ve gelişmeleri James Bond türü ajanlar savaşı filmlerine basit bir öykünme olarak okumak yanıltıcıdır.

Basit ve geçiştirilebilir bir hadiseyle değil Türkiye açısından ciddi ve içerisinde siyasi-iktisadi tercihlerle alakalı bir rekabet hatta kopuşu içerecek bir kırılma sürecine şahit oluyoruz. Bu kırılma sürecinde vicdani-ahlaki gerekçelerle izah edilen kimliksel-ideolojik tercihi görmezden gelmek mümkün değildir. Suriye halkına, Mısır’da meşru İhvan iktidarına ve Mursi’ye, Filistin’de seçilmiş Hamas hükümetine sahip çıkmak pragmatik-oportünist manada Türkiye çıkarlarını da aşan bir durumu ifade etmektedir.

Siyasi ve iktisadi açıdan birçok mahzurları ve açmazları barındıran, eleştirilere açık mevcut siyasetin sürdürülmesi aleyhimize değil lehimizedir. Gezi olayları tam da bu tehdit ve tehlikenin blok halinde hareket eden kaynağını ve aktörlerini yansıtmıyor mu? İçeride ulusalcı, sol, liberal, Alevi, İrancı unsurlar topyekûn eyleme geçerken dışarıda ise ABD, İran, İsrail, Esed rejimi eylemlerin devam etmesi ve başarılı olması için çalıştılar. Statükonun kesin anlamda değişiminin belirdiği anlarda içeriden ve dışarıdan topyekûn bir direnç sergileniyor.

Bu direnci sergileyenlerin ideolojik ve sınıfsal köklerine dikkat çekmek, statükonun daha da güçlendirilmesi adına sergiledikleri söylem, eylem ve ittifak biçimlerinin nasıl bir mahiyet arz ettiğini analiz etmek ve bunlara karşı konumlanmak ne anlama gelir ve ne anlama gelmez? En başta bu konumlanışın Hükümet’in ya da MİT’in siyasetine eklemlenmek anlamına gelmeyeceğini söylemekle iktifa edelim. Aynı zamanda sürekli ahlaki ve siyasi meşruiyetimizi ispat için yarışmak gibi bir mecburiyetimizin olmadığını hatırlatalım.

Şimdiden sonra Hükümetin Türkiye adına ürettiği siyasetleri kirli ve karanlık çarkın dışına çıkmak veya bu çarkı kırıp atmak gibi iki alternatiften birini hayata geçirmek üzere yapması gerekiyor. Diğeri ölüm ve zillet demek çünkü.