Evet, Hayır ekseninde sol

Oral Çalışlar

CHP’yi ve BDP’yi dışında bıraktığımızda geriye kalan solun oy oranının yüzde 2-3’ü çok geçmediğini biliyoruz. Özellikle de sosyalist grupların oy potansiyeli son derece kısıtlı.
Ülkemiz solundaki oy toplamı belki yüzde 1’i bile bulmayan bazı grupların, düşünce hayatımızda, sahip oldukları oy yüzdelerini çok aşan bir ağırlıkları vardır. Küçük küçük sosyalist grupların aylık, haftalık dergilerinin gücü tartışılabilir ama fikirlerini günlük gazetelerde ifade eden ve kendisini sosyalist olarak tanımlayan çok sayıda yazardan söz edebiliriz.
***
12 Eylül tarihinde yapılacak referandumda, oy potansiyelleri belli olan siyasi kümelerin tutumu netleşti. AKP, Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi “evet” diyeceğini açıkladı. CHP ve MHP ise “hayır” diyecek. Barış ve Demokrasi Partisi’nin “boykot” yapacağı belli. Geriye küçük sol gruplar kalıyor... Onların tercihlerinin sonuçlar üzerindeki “matematiksel”-“dolaysız” etkisinin pratikte sıfır olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Sosyalist” grupların referandumu “matematiksel olarak” etkilemeleri pek mümkün değilse de, yayın alanındaki ağırlıklarının ve TV’lerde yapacakları açıklamaların kamuoyu üzerinde belirli bir etkisinin olması mümkün. Küçük grupçuklar olarak örgütlenen sol eğilimlerin temsilcilerinin son günlerde TV ekranlarında görünmeye başlamalarını, bazı medya kuruluşlarının bu etkiyi hesaba katıyor oldukları yönünde yorumlayabiliriz.
***
Solda teori önemlidir. Çoğu zaman dogmatik, kalıpçı biçimde düşünce hayatımıza yansısa da, teorik tartışmalar sol tarihimizin önemli unsurlarından birisidir.
Bu konuda karakteristik bir örnek vermek gerekirse... Bizim “teyp Silo” diye bir arkadaşımız vardı. Lenin’in, Marks’ın kitaplarından kitabın sayfasını vererek alıntı yapar, karşı taraftakileri “mat” etmeyi başarırdı. Karşı sol grupların taraftarlarını bu şekilde ikna etmek mümkün olabilirdi. “Teyp Silo” olağanüstü hafızasıyla sosyalistler arası tartışmanın efsanevi popüler figürlerinden birisi haline gelmişti. Teorinin bir şov unsuru olarak kullanılması belki sempatik olabilir, ama “teori şovu”nun toplumsal çözüm açısından yetersiz olduğunu belirtmeye bile gerek yoktur.
Türkiye, hiç bir zaman güçlü bir işçi hareketine sahip olmadı. Zaman zaman ortaya çıkan işçi direnişleri ve örgütlenmelerinin de fazla bir politik içerik kazanamadan sönüp gittiğini gözlemledik. Türkiye’deki sosyalist tartışma daha çok okumuşlar arası bir tartışma olarak kaldı. Tabii bu “okumuşlar arası tartışmalar”ın da ne kadar teorik derinliğinin olduğu ayrıca tartışılabilir.
Kendisine “işçi sınıfı devrimcisi” adını veren yüzlerce gruptan söz edebiliriz. Aralarında ne kadar işçi var diye sorarsanız, ciddi bir rakam vermeleri mümkün değildir. Öğrenciler bu hareketlerin ana omurgasının oluştururlar. Biz bir bölgeye sol örgütün militanları olarak gittiğimizde halk çok doğru bir tespitle “talebeler geldi” derdi.
***
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD önderliğindeki Batı kampı içinde yer aldığı için, solcular, rejim tarafından “zararlı” görüldüler. Tutuklamalar, baskılar, eziyetler, işkenceler son 50 yıl boyunca asıl olarak sola yöneldi. Solun marjinalleşmesinin, garipleşmesinin temel bir nedeni, elbette ki bu sonu gelmez baskılardır.
Solun bir başka “ünlü” handikapı ise, geleneksel “devletçi” siyasetlerle olan akrabalığı. Sosyalist ülkelerde uygulanan “devletçi” yöntemler, Türkiye’de de devletçi bir sosyalist kültür yarattı. Yalnızca ekonomi alanıyla sınırlı kalmayan “sosyalist devletçilik kültürü”, devletin merkezileştirilmesine odaklandığı oranda kitlesel katılımdan ve demokrasiden uzaklaştı.
Solcular, bir yandan “halkçı” söylemlerle siyaset yapmaya çalışırken, halkın merkezi devlet sistemine karşı güvensizliğiyle yüz yüze geldiler ve bunu anlamakta güçlük çektiler. Bu “halka güvensizlik psikolojisi”nden doğan “yaygınlaşmış deyim”ler arasında “uyuşturulmuş halk”, “sadaka kültürüne mahkum halk” gibi ifadeleri sayabiliriz.
Sosyalistlerin “öncü parti” teorisiyle, Kemalizmin “tek parti” ideolojisi arasında her zaman bir paralellik ve bir ideolojik ortaklık var olmuştur. Her iki teorinin özünde de halkı küçümseyen, onu “adam etme”yi amaçlayan bir düşünce sistematiği gözlemlenebilir.
***
Sosyalistlerin bir kesiminin referandum kampanyasında  “devletçi elit”le kader ortaklığı
olarak yorumlanabilecek bir tutum sergilemeleri, bu bağlamda normal sayılabilir. MHP, CHP, askeri-yargısal-bürokratik elit ve sosyalistlerin bir kesiminin temel “devletçi” ideolojide birleşmiş olmaları, “güncel bir sürpriz” değil köklü bir birikimin ve geleneğin sonucudur.
Merak ettim kim ne diyor diye: EDP (Eşitlik ve Demokrasi Partisi), DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi) “Yetmez ama evet” diyorlar. ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi), TKP (Türkiye Komünist Partisi), EMEP (Emek Partisi) “Hayır” diyor. ESP(Ezilenlerin Sosyalist Partisi) “Boykot” çağrısı yapıyor.
“Türkiye sosyalistleri” içindeki bölünme, belki de ilk kez, “teorik detaylar” ve “klasik fraksiyon çekişmeleri” temelinde değil, somut bir zemin temelinde gerçekleşiyor.

RADİKAL