Evet, asıl mes’ele, kavmiyetçilikle, ulusçulukla mücadele..

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

 

Dışişleri Bakanı Davudoğlunun, 17 Eylûl tarihli Hürr.’de yayınlanan röportajında, Kürd Mes’elesi’ne nasıl bir çözüm bulunması gerektiğine dair bir sorunun cevabını verirken dile getirdiği, ’19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise, tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, sunî karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi. Herkesin kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama, bu bölünme değil, birleşme vasıtası olarak değerlendirilmeli.’ şeklindeki sözlerine her dikkatli müslümanın imzasını atabileceği, çok iddialı bir tesbit olarak görülmemelidir herhalde..

Ve devam ediyor Davudoğlu:

‘Evet. Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Arablar, Rumlar, Arnavutlar ve daha bir çok farklı etnik ve dinî kimlik bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda.  Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek.
 
-Peki yeni kopuşlara izin vermeden bu mes’eleyi çözmenin formülü nedir?

Kürt sorunu iki temelde ele alınabilir. Tarihin derinliğine kadar giden kadîm birliktelik ve modern bir devletin eşit vatandaşları olma bilinci ve hakkı

Bugün ortak aidiyetimizin temeli bu iki esastır. Yani, tarihdaşlık ve vatandaşlık. Birincisini PKK sarsmaya çalıştı. İkincisi ise 12 Eylül yönetimi ve sonrasında yapılan hatalar sebebiyle sarsıldı. Birincisinden kasdım, kadîm beraberlik PKK’nın ayrıştırıcılığıyla sarsılıyor. 12 Eylül dönemi başta olmak üzere geçmişte yapılan yanlış uygulamalar, eşit vatandaşlık temelinde olması gerekenlerin yapılmaması da bir travma yaşattı. Şimdi bizim siyaset anlayışımız bir yandan bu kadîm birlikteliği tahkim etmeyi, diğer yandan devletin eşit vatandaşları bilincini de özgüvenini de tüm vatandaşlarımıza vermeyi amaçlıyor. Bu iki unsur temel alınarak her türlü fikir tartışılabilir. Ben bu anlamda salt bir Kürt sorunu olmaktan çok yeni bir zihniyet oluşturma sorunu olduğu kanaatindeyim. Kürtlerin de Türklerin de Balkan, Kafkas ve Ortadoğu milletlerinin de bu yenilenmeye ihtiyacı var. Türkiye bu yenilenmenin merkezi olabilir. Onun için de dışlayıcı, mahkum edici bir dil yerine içselleştirici ve harmanlayıcı bir söylemi  benimsememiz gerek. Ben tüm dillere olduğu gibi Kürtçe’ye de çok ilgi duyuyorum Vaktim olsa ilk yapacağım işlerden biri bu bölgedeki tüm dillere olan kulak aşinalığımızın üzerine Kürtçe öğrenmek olurdu. Bu dillerin Arapça’nın, Farsça’nın Türkçe ile iç içe geçmişliği bile aslında toplumlar olarak ne kadar iç içe olduğumuzu ortaya koyuyor. Türkiye’nin zaafı gibi görünen şey aslında onun üstünlüğü.. Türkiye hâlâ bütün bu parçalanmış kimlikleri birleştirebilecek yegane merkezdir. (…)’

Davudoğlu’nun diğer görüşleri de üzerinde durulmayı gerektiriyor..

Muhabirin, ’Beşşar Esed, bütün bunları Osmanlıcı bir motivasyonla yaptığınızı ileri sürüyor.’  şeklindeki soruya Davudoğlu’nun verdiği karşılık da ilginç:

‘Boşnakları katlederken Miloseviç’in kullandığı argümanların hepsini bugün Beşşar Esed  kullanıyor. Bakın burada 1 Mart 1993 tarihli bir röportaj sizin gazetenizde. Başlığa bakın, ‘Osmanlı ruhu bizi tehdit ediyor..’ diyor Miloseviç.

Bugün Beşşar Esed ve bazı çevreler de Yeni Osmanlıcılık diye bizi suçluyor.

Aliya İzzetbegoviç’i sorumlu tutuyor ve Özal’a fundamentalist diyordu Miloseviç o gün. Özal’a fundamentalist denmesiyle bugün bize, Sayın Başbakana İslamcı, Sünni politika takip ediyor denmesi paralel bir zihniyet. Esed’inki de bugün aynı taktik. Hak arayan halk terörist  (...) Sıkışan bu argümanlara sarılıyor.

(…) Tarih bugün Miloseviç’i nasıl yargılıyor, Aliya İzzetbegoviç’i nasıl yargılıyor? Geçmişte Miloseviç’in yanında duranlar sonra özür dilemek zorunda kaldılar. Şimdi de Esed’in yanında duranlar, tarihin önünde de Suriye halkının önünde de utanacaklardır. Ortadoğu’da hiçbir yerde sokağa çıkamazlar. (…)
-Rejim değişen ülkelerde Müslüman Kardeşler ekolünü desteklediğiniz yönünde bir kanaat var. Sünnîcilik yapıyor musunuz?

Söz konusu bile değil. Kuzey Afrika’da Mısır, Tunus, Libya, Fas zaten hemen hemen tümüyle Sünnî ülkeler. (…) Mübarek’e,. Bin Ali’ye, Kaddafi’ye Sünnî oldukları için sahip mi çıktık? Beşşar Esed, 2004’te Lübnanlı Sünnî bir lider olan Refik Harirî’ye suikasd ile suçlandığı dönemde biz niye Suriye ile ilişkileri geliştirdik? Sünnîcilik yapacak olsak, İhvan’ı destekleyecek olsak, o zaman yapardık. Beşşar Esed geçmişte Sünnî idi de, şimdi mi Nusayrî oldu? Biz Nusayri olduğunu bile bile iyi komşuluk ilişkileri geliştirdik.

-Peki ya İran? Tahran yönetimi bugün Şii kartını kullanarak  sizi ikili ilişkileri savunamayacağınız bir noktaya itmiyor mu?

Türkiye İran ilişkilerine de geliriz. Ama bu mezhep meselesinde bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu iddiayı ortaya atan kim? Beşşar Esed.. (…)’

-900 kilometrelik sınırın Türkiye tarafı sıkıntılı. Başta Suriye’den kaçanlara son derece merhametli yaklaşan bölge insanının ruh hali tepkiye dönüştü gibi duruyor?

Bu ‘dönüştü’ ifadesine katılmıyorum. Hatay ve sınır illerimiz sınırın öte tarafındaki insanlarla tarih boyu birlikte yaşamış. Bir kader birlikteliği var, orada bir duvar yok. Büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve eli silah tutmayan yaşlı erkeklerden oluşan bu insanlar  sınırımıza doğru geldiklerinde ne yapmamız beklenirdi? Olabilecek muhtemel riskler dolayısıyla ‘kardeşim siz bulunduğunuz yerlerde öldürülün, tecavüze uğrayın ama ben risk alamayacağım’ mı diyecektiniz.
Tabiî ki 80 bin insanı bir bölgeden bir diğerine, aynı vilayet içinde bile bir ilçeden bir diğerine götürseniz, bir takım uyum problemleri çıkar.’

*

Evet, Davudoğlu’nun bu görüşlerinin üzerinde düşünülmesi, tartışılması, noksan kalan kısımlarının tamamlanması gerekiyor.. Ama, temelde, gerçekten de resm3i söylemlerin alışılmış kalıbları  dışında, ezber bozan sözler..

*

Bu vesileyle belirtilmeli ki, Hatay’da azımsanmıyacak bir kitle oluşturan ve ‘Baba-Oğul Esed’lerin 43 yıllık iktidarlarından en büyük faydayı sağlayanlar, onlarla aynı inanç grubuna aid belli bir kitle olup, onların,  Esed’in kanlı diktatörlüğünü desteklemesine şaşmamak gerekir..

Ama, geçen hafta, Hatay’da Türkiye’nin siyasetini eleştiren kalabalık bir grubun, ellerinde, M. Kemal ve Beşşar Esed’in fotoğraflarıyla ve bir çok pankartlarla yaptıkları ve güvenlik güçleriyle çatışmaya kadar varan taşkın gösteri sırasında Hz. Ali’ye aidiyeti iddia olunan bir resmi de yoğun olarak taşımaları bazılarını düşündürmelidir. Yazık ki, sırf, ‘İran destekliyor’ diye Esed rejimini destekleyenlerden niceleri, bu gösterinin fotoğraflarını, tıpkı İran medyası gibi, M. Kemal’i silerek yayınladılar;  ve bu gösteriler, müslümanların, Türkiye hükûmetinin siyasetine tepkisi ve haliyle Esed rejimine desteği olarak duyuruldu..

*

*

Birkaç noktaya da değinmek gerekiyor:

*

‘İdâmdan sonraki af’ gibi bir tavır olsa bile, yine de alkışlanmalı..

Milletin iradesiyle iktidara gelip, 1950-60 arasında, 10 yıl Başbakanlık yapan Adnan Menderes ve iki bakanı Fatin Ruşdî Zorlu ve Hasan Polatkan’ın TSK- Ordu adına hareket ederek 27 Mayıs 1960- Askerî Darbesi’ni  yapanlarca, uyduruk bir mahkemede yaptırdığı muhakemeler sonunda idâm edilerek öldürülüşlerinin 51 yıldönümünde, 17 Eylûl günü, Kılıçdaroğlu, Menderes’in kabrini CHP lideri olarak ilk kez ziyaret etmiş.. Bu, önemli bir tavır takınıştır.. Aradan 51 yıl geçmiş olsa ve idâmdan sonraki af gibi telakki edilse bile,  ülkenin geleceği açısından yine de bir kazanımdır ve bu yarım asırlık gecikmeye rağmen,  bir zımnî itiraf mesâbesinde olduğu için, eleştirilmemeli, teşvik olunmalıdır..

Unutulmamalıdır ki, alınan bir hayli mesafeye rağmen, TSK hâlâ da o darbeyi ve cinayeti ve devamı olan öteki darbeleri reddetmiş değildir ve geçmiş Genelkurmay Başkanları’nın hemen tamamı, TSK’nın geçmişte hatalar yaptığını asla itiraf etmedikleri gibi, bir de Ordu’nun, TSK’nın asla hata yapmadığını ve her yaptığının hep doğru olduğunu ısrarla vurgulamışlar ve geçmişin kamburunu birbirlerine intikal ettirip durmuşlardır..

TSK, bir resmî ideoloji ikonunun ve millete karşı tuzaklar kuran kemalist-laik kadroların vurucu gücü değil de, halkımızın savunma gücü olduğuna halkımızı inandırmak istiyorsa,  geçmiş bütün darbeleri reddetmeli, herbirisi üzerindeki sorumluluğunu üzerinden atmalıdır..

*

Bu arada, Turgut Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü iddialarına da kısaca değinelim.. Özal’ın öldürüldüğü, zehirlendiği iddiaları üzerine, ölümünden 19 sene sonra, mahkemece mezarınının açılmasına karar verilmesi yeni bir tartışma başlatmış bulunuyor..

Belki, kemiklerinde veya saçlarında bir takım zehir kalıntılarına rastlanabilir umuduyla.. Ama, asıl önemlisi, Turgut Özal’ın ölmediği, öldürüldüğü, zehirlendiği iddialarını devamlı sözkonusu ederek, gündemde tutarak kamuoyunu meşgul eden Turgut Özal’ın eşi ve oğlunun, şimdi, bu mahkeme kararına karşı, ’19 sene sonra ne elde edilebilir ki? Merhûmun mezarında rahatsız edilmesini istemiyoruz..’ demeleri ilginç değil mi? Dahası, Semra Özal, elinde var olduğunu iddia ettiği saç örneklerini, Savcılığın talebine rağmen vermekten kaçınmış idi.. Şimdi ise, mezar açılmasına karar verilince, ‘eşim rahatsız edilmesin..’ diyor..

Bir istismar konusunun sona ereceğinden korkuluyor denilse, yersiz mi olur?

 ‘Ölüm savaşı keser..’ anlayışından bu kopukluk, çılgınlık değil mi?

Birbirleriyle savaşarak ölenlerin cesedleri, barış içinde, savaşsız, bir arada durur..

Çünkü o ölüm, ölenler arasındaki düşmanlığı ve hesablaşmayı da -en azından, bu dünyada- bitirmiştir.. Ama, geride kalanlar arasındaki düşmanlık, ölenlerin kavuştuğu fiilî sâkinliğin, ateş-kes’in tam tersi istikamette daha da güçlenir..

Geçen hafta, bir Anadolu kasabasında, bir mezarlığa bir ‘terörist‘ cenazesinin de defnedildiği iddia edilir edilmez, binlerce insan akşamın geç saatlerinde sokaklara dökülür ve ‘şehidlerin yanı başında teröristlere yer yoktur..’  gibi korkunç bir düşmanlık sergilerler..

Ne korkunç bir haldir, bu.. Aynı ülkenin çocuklarının ve hattâ, aynı aileden kardeşlerin bile bir kaçının dağda, bir kısmının da rejimin asker veya polisi olarak birbirlerine karşı silah kullandığı, savaştığı bu kanlı boğuşma sonunda geride kalanlardan niceleri, ‘Hepimiz kardeşiz.. Bu kan akmasın artık..’ sözlerine tutunurlar, ama, birileri, bu sözlerin söylenmesini bile tehlikeli bulur ve düşmanlığı daha bir körüklemek için, yangına benzinle gitmeyi tercih eder..

Bu ne cahillik.. Ölen -öldürülen kişi, kim olursa olsun, sonunda bir mezara konulmayacak mıdır? Belli bir mezarlığa gömülmekle kişiler temizlenmiş ve günahtan arınmış mı olur?

Birbirlerinin cenazelerinin aynı mezarlıkta bulunmasına bile tahammül edemiyecek derecede birbirinden kopmuş insanların duygularında bir samimiyet bulunduğu iddia olunsa bile, bu gibi durumlarda, asıl gözönünde bulundurulması gereken, o gibilerin samimiyetinden de önce, akıl sağlığı değil midir? Çünkü, birbirlerinin ölüsüne bile düşmanlık gösterenlerin akıl sağlığının yerinde olduğu nasıl düşünülebilir? Sosyal psikiatri uzmanlarına ve kliniklerine büyük iş düşüyor..

Bu korkunç çarpık anlayış tedavi edilemezse, sosyal barıştan kim ve nasıl söz edebilir?

*

BDP’nin en hırçın m.vekillerinden Sırrı Sakık’ın 22 yaşındaki oğlu, haberlere göre, kendisini, baba evinin balkonundan atarak intihar etmiş.. Görünüşe göre bir ruhî bunalım tablosu.. 

Çocuğu ölen bir insan kim olursa olsun, onun acısını paylaşmak, sabır dilemek bir insanî davranıştır..

Sakık’ın oğlunun cenaze namazına dair haber filmini izledim.. Babası, elbette ki, yıkılmıştı.. Yanında da, kendi partilileri vardı. Bir-iki de CHP m.vekili göze çarpıyordu..

Başka partilerden kimsecikler yoktu..

Gönül isterdi ki, ölüm halinde olsun, böyle olmasın ve ruhî kopmalar bu kadar derinleşmesin ve hele de hükûmet cenahından da birileri o namazda bulunsundu.. Çünkü, mâtemlere katılmamak, hele de Ortadoğu halklarının kültüründe düşmanlığın sınırsız olduğu ve ölümlerle bile sona ermeyip sürüp gideceği  mânâsındadır.

Böyle durumlarda, Tayyîb Erdoğan’ın tavrının farklı olduğu ve siyasette en muhalif olduğu kimselerin bile başlarına bir musibet geldiğinde onların derdine ortak olmayı şiar edinen bir özelliği bilinmektedir.. Ama, bu kez, ilk anda böyle olmadı.. Çünkü, o, Azerbaycan, Ukrayna ve oradan da Bosna’ya kadar uzanan 5 günlük bir resmî gezideydi.. O olmayınca da, hayret, kendiliğinden inisiyatif kullanabilen başka birisi çıkmadı, o cenahtan..

Neyse ki, Erdoğan, Sakık’ı telefonla arayıp başsağlığı dilemiş ve aralarında da ilginç bir mükaleme geçmiş..

Sakık, Erdoğan’ın, belli başsağlığı cümlelerinden sonra, ‘Yapabileceğim bir şey var mı?’ şeklindeki sözüne karşı, ‘Sayın Başbakan, kendi şahsım için bir şey taleb etmiyorum.. Evlad acınını Allah kimseye vermesin.. Ve ülkede akmakta olan bu kan dursun artık.. Siz bu kanı durdurabilirsiniz ve halkın nazarında bir aziz olursunuz.. Böylesine buhranlı zamanlarda, büyük işleri başarabilenler halkın azizi olurlar, bu aziz siz olunuz..’ demiş..

‘Bu kanı durdurabilecek birisi varsa, o da Erdoğan’dır ve onun samimiyetine inanıyorum ve bu inancımı hiç yitirmedim ’ dediği için, kendi yakın arkadaşlarınca bile suçlanıp dışlanan Leylâ Zana’yı ince ince eleştirenlerden birisi de Sırrı Sakık iken, bu gün onun da Erdoğan’ın yüreğindeki o yüksek insanî hasleti hissetmişçesine, ona, ‘Siz bu kanı durdurabilirsiniz!..’  demesi az bir şey değildir..

Bu sözler üzerine, Erdoğan da ‘Ben elimden geleni yaptım, ama karşılık bulmadı..’ diye  teessüfünü dile getirmiş ki, haksız sayılmaz bence..

Ama, o bu hususta çırpındıkça, karşıtları bunu onun zaafına sayıyorlardı... Halbuki, başka siyasetlerine bir takım eleştiriler getirilse bile, özellikle kavmiyet mes’elesine son yüzyıldaki bütün devlet adamları arasından,  Tayyîb Erdoğan çapında etkili ve de tedbir almaya istekli bir diğerini göstermek herhalde kolay olmaz..  Çünkü, o millet derken, İslam Milleti anlayışını benimsediği rahatlıkla iddia edilebilir, henüz yakın çevresindeki çalışma arkadaşları bile, ondan hele de bu konuda çok uzakta iken..

Temenni olunur ki, Sırrı Sakık’ın ölen oğlu için başsağlığı dilenmesiyle açılan pencereden, karşılıklı olarak, daha insanca sözler söylensin. Nitekim, bu konuda, BDP’liler bugün düne göre daha mülayim ve umutlu verici sözler söylemeye başlamış bulunuyorlar..

Bunda elbette, PKK ile T.C. güçleri arasında son iki ay içinde daha bir amansız cereyan ettiği anlaşılan amansız boğuşmada, hayatını kaybeden güvenlik güçlerinin en azından 10 katı da PKK  elemanlarının can verdiği iddialarının rolü  vardır. Çünkü, bu yolun çıkmaz olduğu, herkesçe daha bir kavranmaya başlanmış olabilir..

Bu yüzden, bugün Erdoğan’a böylesine sıcak mesajlar veriliyor olmasını bu amansız boğuşmaya bağlayanlar da  kendilerine göre haklılar, ama, şimdi, kavgada yumruk sayılmaz misali, asıl mes’ele, bu kanlı boğuşmanın nasıl bitireleceği konusudur..

Açık olan şu ki, Kuzey Irak’da, Kandil’de ve son aylarda da Kuzey Suriye’de yuvalanan silahlı grupların, uluslararası bir takım güç odaklarının siyaset planlamalarına göre hareket ettikleri ortada.. Ama, yüzlerce TC. vatandaşının canlarını vermesinden sonra acı çekenlerin hemen tamamı, bu ülkenin insanları ve bu zehirli boğuşmaya bir çözüm bulunmazsa, yarınlar daha da zehirli olabilir..

*

**

Tepkilerimizin sağlıksızlığı ortada da, asıl tedbirimiz ne olmalıdır?

Emperyalist ve şeytanî odakların müslümanları tahrik edip, kanlarını tepelerine fırlatarak tepki vermeleri için, Resul-i Ekrem (S)’e karşı bir takım çirkin yakıştırmaları ikide bir karşımıza çıkarmaları karşısında, biz müslümanlar da bir şeyleri yeniden düşünmeli değil mi?

Çünkü, bugüne yapılanlar, kızgın tepkilerimizi gösterip rahatlamak ve sonra vazifemizi yapmış olmanın itminanı içinde kenara çekilmek görüntüsü veriyor.. Âdetâ, bir psikolojik terapi seansı..

Bunu bu günlerde, Resul-i Ekrem (S)’i aşağılamayı hedef alan, emperyalist dünyada  ifade özgürlüğü çerçevesinde resmî himaye görmesiyle ortaya çıkan ve bütün müslümanları haklı olarak yaralayan bir filmin tezgahlanmasından sonraki gösterilerde de bir kez daha yaşamaktaktayız.

Geçmişte de bu gibi yığınla örnekleri yaşadık; hele de son 25 yıl boyunca..

Hindistan- Bombay’lı müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve sonra emperyalizmin kültürel çengeline takılan Ahmed Selman Ruşdî’nin ‘Satanic Verses’ (Şeytan Âyetleri) ismiyle yazdığı ve yayınlanır yayınlanmaz, İngiliz Kraliyet Edebiyat Ödülü ile taltif edilerek dünyaya allanıp pullanarak sunulan pespâye bir roman etrafında, 25 sene öncelerde müslümanların dünya çapında uzun süre sergilediği gösterileri hatırlıyalım..  

Başta Pakistan olmak üzere, bir çok müslüman coğrafyalarında 10’larca insan, düzeni sağlamak ve emperyalist dünyanın kültürel ve diplomatik merkezlerini korumak için silah kullanan kendi ülkelerinin güvenlik güçleri eliyle öldürülmüştü.

(Hattâ, daha sonraları, bu pespâye ve saldırgan kitabın türkçesini yayınlamak isteyen A. Nesin isimli ateist kişinin, Sivas Faciası’na vesile olduğunu da hatırlayalım..)

İran’da da, (merhûm) İmam Khomeynî’nin Selman Ruşdî hakkında yayınladığı ölüm fetvâsı üzerine, emperyalist dünyanın donanmalarını Hind Okyanusu  ve İran Körfezi yöresine yığıp güç gösterisi yapması ve neredeyse bir savaşın eşiğine gelindiği, S. Ruşdî’nin emperyalist dünya tarafından muhkem şekilde en üst seviyede saklanıp korunduğu hassas günler.. 

Sonunda, İİC yetkilileri bu fetvânın nihayet bir uzman fetvâsı olduğunu ve gereğini hükûmet tarafından yerine getirilmesinin şart olmadığını açıkça belirterek bir yumuşama sağlanmıştı..

Geriye dönüp baktığımızda., görünen nedir?

Selman Ruşdî de ortalıkta, pespâye romanı da..

*

Sonra..

Hele de, Amerika’da, -mahiyeti henüz de tam olarak açıklanamamış olsa da, maddî bakımdan dünyanın en güçlü ülkelerinden sayılan bu ülkede hâkim olan sistemin iç güvenlik zaaflarından kaynaklandığı açık olan- o dehşetli ‘11 Eylûl 2001 Saldırıları’da, komünizmin safdışı edilmesinden sonra, rakibsiz kalmanın huzursuzluğunu yaşayan Amerikan emperyalizminin ihtiyac duyduğu bir ‘Yeni Soğuk Savaş’ın başlatılması için müslüman eylemcilerin üzerine yıkılarak, İslam ve müslümanlar aleyhine yeni bir, kültürel, askerî, ticarî ve diplomatik topyekûn savaş için start verildi..

Bu Yeni Soğuk Savaş döneminde ise, tabiatiyle, sadece devletler planında değil, halkın kendi içinde de bir takım kendiliğinden imiş gibi görüntülü münferid saldırılar giderek tırmandı..

Hollanda’da bir kişi, İslam ve müslümanlara hakaret etmeyi amaçlayan bir film hazırlamıştı.. Fas’lı bir müslüman, gitti onu öldürdü.. Tabiatiyle, bu durum da ayrı bir tartışma başlattı.. Somali’den Hollanda’ya gelen bir kadının, hele de Hollanda Meclisi’ne parlamenter seçilmesinden sonra, İslam ve müslümanlar aleyhindeki sistematik saldırıların öncülüğünü üstlenmesiyle, önceleri çok özgürlükçü olarak bilinen bu ülkede de, dinî taassub giderek yükseldi ve bu ülkede yaşıyan 2 milyona yakın müslümanın psikolojik baskı altında tutulmasının yolunu açtı..

Arkasından.. Danimarka’daki bir karikatürist, bir takım çirkin karikatürler yapıp, üzerine Hz. Peygamber (S)’in adını yazınca, haliyle tepkiler de yükselecekti..

Danimarka’da yaşayan faal bir tanıdık isim, o karikatürlü saldırı üzerine tepkileri nasıl proğramlı şekilde tertiblediklerini, Mısır’a gidip, Ezher Ulemâsı’na mes’eleyi anlatışlarını, Suûdî rejimine gidip gerekli çalışmalarda bulunuşlarını, T.C.’deki bazı siyasî çevreleri devreye sokmak için ne gibi çalışmalar yaptıklarını ve Danimarka’dan yapılan peynir, yağ gibi süt mamûllerinin en büyük müşterisinin -Hacc ülkesi olması hasebiyle- Suûdî rejimi olması dolayısiyle, yüzmilyonlarca dolarlık boykotları yaptırdıklarını saatlerce anlatmıştı..

Sonu ne oldu?

‘Hiç tepki vermemekten yine de iyidir’ tesellisi, avuntusu kaldı, geride..

Bugün o karikatürler emperyalist dünyanın elindeki çeşitli yayın organlarında ve dünya çapında zaman zaman yayınlanıp duruyor ve bir takım tepkilerin ortaya çıkması isteniyorcasına..  Ve artık kimsenin de kılı kıpırdamıyor.. 

*

Hollanda’lı, Wilders isimli bir ırkçı siyasetçinin İslam ve müslümanlar aleyhinde hazırlatttığı ‘Fitne’ isimli kısa metrajlı bir film devreye sokulunca, yine tepkiler, tepkiler..

Bu durum da, Wilders’i daha bir popüler hale getirmekten başka bir sonuç vermedi. Bir ara, lideri olduğu partisinin oyları, hattâ yüzde 25’le yaklaştı, Hollanda’da.. (Neyse ki, geçen hafta yapılan seçimlerde, Wilders, ağır bir yenilgiye uğradı ve oy kaybına uğradı..)

Bunları İsviçre, Fransa ve Almanya ve diğer ülkelerde, önce mescid ve minare yapımlarına yasaklar getirilmesi istekleri, müslümanları potansiyel terörist olarak görme eğilimi izledi.. Ve süreç, hergün yeni bir ‘İslam aleyhdarı’  tavırla takviye edilerek devam ediyor..

Emperyalist dünyanın geriletilmesi gibi bir işaret veya bir ipucu da henüz yok..

*

Bu tesbitleri çoğaltabiliriz..

Hatırlayalım ki, 1880’lerde Londra’da Voltaire’in İslam aleyhindeki bir tiyatro eserinin sahnelenmek istenmesine karşı, Sultan II. Abdulhamid, -Osmanlı’nın oldukça sıkıntılı olduğu bir zaman diliminde bile- İngiliz Kraliyeti’ni tehdid etmiş ve İngiltere Hükûmeti geri adım atmış, o eserin oynanması engellenmişti..

(Kaldı ki, o emperyalist dünyanın, Hz. Îsâ ve Hz. Meryem konusunda da, ifade özgürlüğü adına, samimî hristiyan kitleleri yaralayan ne çirkin yayınlar, filmler yaptıkları da gözardı edilmemelidir..)

*

İtirazlarımızı dile getirelim, ama, yaptırım gücümüz var mı, varsa ne kadardır ve yoksa, enerjilerimizi verimsiz alanlara mı deşarj ediyor, boşaltıyoruz?

Evet, bunların bir hesabını da yapmalı değil miyiz? Tamam, halklar kızgınlıklarını çaresizlik içinde gelişi-güzel ortaya koyuyorlar da; müslümanların düşünen beyinleri, bu tepkilerin daha yüksek seviyeli, planlı olabilmesi için ne gibi bir çare düşünüyorlar?

Son film alçaklığı karşısında da, müslümanların dünya çapında sergiledikleri gösterilerde ölenlerin sayısı 35’i buldu.. Libya’da ölen 4 Amerika’lı  ve Afganistan7da 18 Eylûl günü öldürülen 8-10 kişi hariç, diğerleri hep müslüman..

Bu durumda, bu protestoların sağlıklı olduğunu izah edebilmek daha bir çetin..

Rejimler, elbette düzeni sağlamak adına, kitlelerin tepkilerini kontrol altına almaya çalışırken, ölümler meydana geliyor ve ölenler, belki de ne için öldüklerini bile anlayamadan gidiyorlar..  

*

Elbette bu tepkiler tamamiyle sonuçsuz da sayılamaz..

Nitekim, Mısır C. Başkanı Muhammed Mursî, Libya’da, Amerikan B. Elçisi’nin de ölümüyle  sonuçlanan saldırıyı kınamasına rağmen, yapılan protestoları suçlamayınca, Amerikan Başkanı Obama, Mısır için, ‘Düşmanımız da değil, müttefikimiz de..’ demek noktasına gelmiştir.  Hillary Clinton’ın, ‘özgürleştirdiğimiz ülkelerin bize yaptıklarına bakınız..’ şeklindeki, bedel ödetmeye yönelik küstahça yakınması da, ilginç bir durumdur. Amerikan Başkanı’nın birgün, Türkiye için de, ‘Ne düşmanımız, ne de müttefikimiz!..’ demek noktasına gelmesini temenni ederiz, elbette..

*

Bu arada, bazı müslümanların dile getirdiği ve temelden yanlış ve aqıdevî açıdan da tehlikeli bir söze dikkat çekelim:

‘Biz onların peygamberlerine hakaret ediyor muyuz?’

Bu gibi lafları, bu konuları  bilmesi gereken bazı isimler bile söyleyebilmekte, yazabilmekte..

Meğer, bir müslümanın, Resul-i Ekrem (S)’den önceki peygamberlere saygısızlıkta bulunması mümkün mü?

Biz ki, ‘amentü’ (iman ettim) diye bildiğimiz ve çocukluğumuzda Besmeleden hemen sonra, ilk olarak öğrendiğimiz formülasyonda, bütün enbiyaullah’ı kabul ettiğimizi söylemez miyiz?  Ki, Kur’an bize, başkalarının ilahlarına, kutsallarına hakaret etmemeyi emrettiği gibi, enbiyaullah (ilahî peygamberler) arasında bir fark gözetmememizi de emretmekte, (Baqara Sûresi, 285. âyette..)

*

Bir diğer konu: Nice müslüman kalemler bile, bu son gelişmelere bakarak, ‘Dinime küfreden, bâri muselman olsa..’ gibi bir tuhaf lafı, mantıkî saçmalığını bile düşünemeksizin, sokak adamlarının ağzıyla yazabilmekteler..

‘Dinime küfreden, bâri müslüman olsa..’ sözü, ne demek Allah aşkına..

Bir müslümanın, dinine küfreden bir kimsenin müslüman olmasını istemesi nasıl olur?

O sözü bazıları zoraki tevillere başvurmakta..

Halbuki, o cümlenin aslı, ‘Dinime dahl (müdahale) eden, bâri müslüman muselman olsa..’ şeklindedir ve İslam hakkında görüş belirten birisi için, ‘Bâri muselman olsa..’ şartının dile getirilmesi mantıkîdir..  Ama, yazık ki, o ‘dahletmek’ kelimesi, küfretmek mânâsına da alınmış ve halkın dilinde pelesenk olmuş ve o çirkin mânâ ortaya çıkmış olup, bugün, hem de kalem erbabı bazı kimseler bile, kullandıkları sözün mânâsını düşünmeden, bu sözü matah bir şey gibi tekrarlamaktalar..

Bize de bu durumda, ‘el’insaf, yahu..’ demekten başka bir şey düşmüyor.

Bu sözler, başkalarının ifade özgürlüğüne müdahale ve saygısızlık olarak algılanmamalıdır.. Başkalarının görüşlerini söyleme haklarına saygı göstermek, onların sözlerinin muhtevasının da saygı ile karşılanması mânâsında anlaşılamaz, anlaşılmamalıdır..

*