"Etnik ve kültürel homojenleştirme politikalarına karşı mülteciler bir nimet"

Ömer Faruk Şeker, Bekir Berat Özipek Hoca ile Suriyeli mültecilerin uyum sorununu Haksöz Haber okurları için konuştu.

HAKSÖZ HABER

Ömer Faruk Şeker, Bekir Berat Özipek ile Türkiye'de mülteci nüfusun uyum sorununu konuştu. Şeker'in mülteciler hakkında mültecilerin Türkiye toplumunda yaşadıkları problemler çerçevesinde yönelttiği sorularına bilgi, adalet ve vicdan merkezli yaklaşan Bekir Berat Özipek'in cevaplarıyla çok verimli bir söyleşi gerçekleştirildi. 


Göçle gelen nüfusun ev sahibi topluma uyumu noktasında farklı anlayışların izdüşümü olarak birçok kavram kullanılıyor. Entegrasyon, Asimilasyon ve Kültürel Çoğulculuk en çok kullanılan kavramlardan. Aralarındaki temel farklılıklarla beraber doğru anlayış hangisidir?

Ben karşılıklı uyum kavramını bütün bunlar arasında doğru ve değerli buluyorum. Aslında ideal bir kavram yok belki. Fakat kesinlikle idealden daha uzak olan kavramlar var. Örneğin ‘asimilasyon’. Çünkü bir grubun gönüllü ya da gönülsüz bir şekilde öteki gruba ya da geniş topluma benzemesiyle makbul hale gelmesi ya da bunun düşüncesini ifade ediyor. O bakımdan kabul edilebilir bir kavram değil. Entegrasyon da yeni gelenin içeriye dahil olmasına, bütünleşmeye dair bir anlam içeriyor. İlk bakışta çok da kötü görünmeyen bir kavram. Ama pratik kullanımı bakımından çok masum da olmayan bir kavram. Entegrasyon söylemine günümüzde dünyanın her tarafında en fazla başvuranlar, belki de çoğu kez, yeni gelen grupla ilgili şikayetlerini dolaylı olarak ifade etmek isteyenler oluyor. Örneğin Avrupa’da özellikle Almanya’da Türkiye kökenlilerin entegrasyonundan çok söz edildiği bir dönemi yaşıyoruz. Oysa onların en entegre oldukları dönemi yaşıyoruz bir yandan da. Yani ilk göç ettikleri zamanki halleriyle şimdiki halleri bir değil. Ama o zamanlar sözü edilmeyen entegrasyon bugün eğer konuşuluyorsa burada bir problem var demektir. O sebepten belki uyum kavramı, uyumda da yine gelenin geniş topluma uyması gibi bir ima söz konusu olabiliyor, o yüzden karşılıklı uyum demek daha doğru, çünkü gelenle beraber olumlu ve olumsuz birçok özellik bir arada geliyor. Tıpkı geldiği toplumun olumlu ve olumsuz bir sürü özelliğinin olduğu gibi. Dolayısıyla burada karşılıklı anlamaya dayalı, birbiriyle temel ahlaki çerçevede bir ilişkiyi anlamak gerek. Yani mutlaka birinin kültürünü temel alarak değil temel medeni kurallar çerçevesinde barış içerisinde bir arada yaşamaktan söz ediyorum. Bu yüzden en uygun kavramın bu olduğunu düşünüyorum.

Suriyeliler Barometresi 2019 araştırmasına göre ev sahibi toplumda, Suriyelilerin uyumunun gerçekleşmediğine veya çok az gerçekleştiğine dair bir eğilimin olmasına karşın Suriyelilerde ise tam tersi olarak uyumun büyük oranda gerçekleştiğine dair bir eğilim mevcut. Aradaki algılama farkı nereden kaynaklanıyor?

Türkiye’deki özellikle Suriyelilerin gelmesiyle beraber herhangi bir ciddi sosyal problemin yaşandığını düşünmüyorum ben. Dolayısıyla bu algı farkı üzerine de konuşmak gerek. Suriyelilerin uyumun gerçekleştiğine ilişkin algısından bahsettiniz, öncelikle ifade etmem gerekirse, ben de aynı o şekilde olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye’de 4 milyona yakın insan, kendi işinde, gücünde barış içinde yaşıyor. Ben bu anlamda bir entegrasyon sorunu olduğunu düşünmüyorum. Dil bilmemek de büyük bir problem değil. Çünkü bu zaman içinde hallediliyor. Özellikle çalışma hayatı içerisinde ekonomik entegrasyonla beraber kültürel entegrasyon da daha hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Dolayısıyla oradaki Suriyelilerin entegre olmadığına ilişkin algını kendisi problemli. Ve çok muhtemeldir ki sıklıkla Suriyelilerle ilgili ayrımcı ya da olumsuz bir yaklaşımla beraber vardır bu algı. Örneğin ben İstanbul’da baktığım zaman uyum içinde bir arada bulunan insanlar görüyorum. Fatih’te iki kişi konuşurken dinlediğinizde birisi Fatih’in mahvolduğunu, elden gittiğini söylüyor. Diğeri ise gayet memnun hayatından ve Suriyelilerden şikayetçi olmadan hayatına devam edebiliyor. Şikayetçi olmanın tersine seçeneklerinin arttığını, dostlarının arttığını, Fatih’in daha renkli daha canlı bir hale geldiğini düşünüyor. Bu biraz bakış açısıyla ilgili. İnsanlarda böyle olumsuz bir algı varsa o zaman orada işte uyumla ilgili çalışmanın yeterince iyi yapılmadığını ya da burada bir ön yargının mevcut olup olmadığını araştırmak gerekiyor. Diyelim ki sosyolojik olarak endişe verici olaylar, ayrışmalar yaşanmıyorsa ya da kriminal herhangi bir ürkütücü veri, rapor söz konusu değilse, insanlar işlerine güçlerine gidip gelebiliyorlarsa o zaman böyle bir problemin olduğunu düşünmenin kendisine merceği çevirmemiz gerekir. Yani belki de yeni gelenlere adapte olması gerekenler bu ön yargıya sahip kişinin kendisi olabilir.

2019 yılında Haksöz Dergisi’ne verdiğiniz röportajınızda Türkiye toplumunda Suriyeli sığınmacılara yönelik ön yargının yaygın ama derin olmadığını belirtmiştiniz. Aradan geçen 2 yıllık sürede nasıl bir değişim gözlemlediniz?

Hala yaygın belki daha yaygın, belki daha derin. Suriyelilere ve diğer göçmenlere hayatı zorlaştıran, onların yaşam kalitesini olumsuz etkileyen ve orada da başka bir türden olumsuz yaklaşımın büyümesine hizmet eden bir yaygın ön yargı var evet. Ama yine de çok derin olmayan bir ön yargıdan söz etmek mümkün. Yaygınlığını siz akraba çevrenizden, okuldan, iş yeri çevresinden görebiliyorsunuz. Hatta bu konuda nerdeyse ikili bir dil oluşmaya başladı. Göç idaresinden bir yetkili ile konuştuğumda verdiği bir örnek vardı ki pek çok insanın da durumunu anlatan bir örnek ve başka yerlerden de benzer ifadeler duydum. Afganistan kökenli bir kişinin yanında çalışması için izin belgesi almak isteyen birisi aynı zamanda da “bu göçmenler çok olmaya başladılar, geldiler çokça, neden engel olunmuyor” söylemini aynı anda yapabiliyor. Dolayısıyla bu konuda yaygın bir ön yargı var doğru ama insani olanı gösterdiğiniz zaman hayatları ortaya koyduğunuz zaman, Türkiye’deki hesabı ortaya koyduğunuz zaman, çoğunluğun düşündüğü şekliyle devletin Suriyelileri sınırsız bir şekilde finanse etmediğini söylediğiniz zaman, onların da hayatını burada kurmaya çalışan daha önceki göçmenler gibi onların izlediği yolu izleyerek tutunmaya çalıştığını ortaya koyduğunuz zaman o ön yargı dağılıyor. Çevremden örnek vermem gerekirse, diyelim ki Facebook’ta Suriyeliler ile ilgili genel geçer, saçma sapan, ayrımcı ifadeleri tekrar eden ya da onu kendi diliyle yeniden üreten bir akrabama “sen nereden çıkarıyorsun bunu?” diye sorduğumda, bu konudaki gerçek durumdan söz ettiğimde, birkaç cümle sonra ön yargısının kaybolduğunu ya da en azından konuyla ilgili yeniden düşünmeye başladığını görebiliyorum. Bu olumlu bir şey her şeye rağmen.

Dediğiniz gibi gerçekçi olmayan ön yargılara sahip yakınlarım var. Ve onlara genelde Suriye kültürüne dair özellikle Suriye’nin yemek kültürüne dair paylaşımlar yaptığımda bu ön yargıların azaldığını gözlemledim. Karşılıklı etkileşim de ön yargıyı aşmada bize fırsatlar sunuyor sanırım?

Tabii elbette. Aynı zamanda da düşünün kahveyi bir farklı şekilde daha içebiliyoruz biz bugün. Yemeğin içine kattığımız baharatlar arttı. Tıpkı kültürel olarak daha fazla zenginleştiğimiz gibi. Ya da tıpkı geçen yüzyılın başında kaybettiğimiz bazı renkleri, kültürel anlamda bu etnik homojenleştirme, kültürel homojenleştirme politikasının o yanlış politikanın etkisiyle kaybettiğimiz renkleri yeniden kazandığımız gibi. Aslında buna bir nimet olarak bir yeniden kazandığımız bir renk olarak da bakmalıyız.

Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar, işsizlikten terörist saldırılara, salgın hastalıkların tekrar ortaya çıkmasından artan dilenciliğe kadar birçok siyasal ve toplumsal sorun ile ilişkilendirildikleri bir söyleme maruz kalıyorlar.

Böyle bir güvenlik algısı, hangi koşullarda ve ne dereceye kadar toplumsal kabul görüyor?

Söylem olarak muhtemeldir ki ayrımcı yaklaşımların etkisinde kalan insanlar bunun bir güvenlik ile ilgili bir problem olduğunu düşüneceklerdir. Fakat bu rakamsal olarak kanıtlanabilir veya gösterilebilir trajik olaylara dönüşmediği için şu an için sadece söylem düzeyinde insanları etkiliyor. Eğer ayrımcı ön yargı böyle devam ederse, eğer karşılıklı uyumu etkileyecek ölçüde Arap düşmanlığı, Müslüman düşmanlığı ya da göçmen/mülteci düşmanlığı artarsa o zaman gerçekten de bir güvenlik sorunu ortaya çıkabilir. Çünkü bu hayat boyu tek yönlü bir etkiyle devam etmez. Mutlaka bir yerlerden sonra kendi kabuğuna çekilme, daha tepkisel tavırlara tutumlara gitme gibi bir durumu beraberinde getirebilir. Almanya’da da Türkiye kökenli kişilere de sorulan bir şey, ‘neden bu insanlar beraber geziyor, grup halinde hareket ediyorlar?’; çünkü saldırıya maruz kalabiliyorlar bu ayrımcı söylemler ve Neonazi gruplarının neticesinde. Bir güvenlik, bir sığınma ihtiyacı hissedebiliyorlar, birbirlerine dayanmaya çalışıyorlar. Böyle bir ihtiyacın olmadığı bir toplumda insanlar daha fazla geniş toplumla bütünleşeceklerdir. Karşılıklı tanıma ve anlama yaygınlaşacak, olumsuz söylemler ve dışlayıcı pratikler azalacaktır. Yemek kültürü bunlardan birisi. Örneğin bir arkadaşımın gazeteci kardeşinin Suriyelilerden hoşlanmadığını ama Falefel’i sevdiğini söylemişti. Onlarla beraber gelen çok sevdiği bir lezzet daha önce tanımadığı tanıyınca da vazgeçemediği bir lezzet o insanlarla ilgili bazı şeyleri de değiştirebiliyor, bir yakınlık tesis edilebiliyor. Yeter ki biz bu yaygın ve sistematik olan bu ayrımcı ön yargıyla mücadele edebilelim ve yeter ki Türkiye’de bunu siyaset üstü insani bir mesele olarak algılayabilelim.

Bu güvenlik algısına Suriyeli sığınmacıların düşünceleri, tepkileri ne oluyor?

Her insan gibi kendilerini savunma, ifade etme ihtiyacı duyuyorlar. Çoğu kez dil bariyeri var ve bunu yapamıyorlar. Kendilerini anlatabilecekleri platformlar yok, bazen ön yargılı siyasetçilere karşı, özellikle bazı partilerin kışkırttığı yaydığı bir nefret söz konusu. Mesela bu partililere yönelik olarak acaba onlarla konuşsak kendimizi anlatsak bazı şeyler değişir mi, şeklinde çabalar gösteren Suriyeli arkadaşlar var. Bizler de destek olmaya çalışıyoruz. Ama her zaman bu da yürümüyor çünkü bazen insanlar ayrımcılığı gerçekten yanlış bildikleri için değil tercih ettikleri için yapıyorlar. Yani diyelim ki ‘bir Suriyeli bir eczacıyı öldürdü’ gibi bir haber. Haber daha sonra yalanlandığında, bizzat o haberin içindeki insanlar yalanladığında ya da emniyet kayıtları bunun böyle olmadığını söylediğinde o ayrımcılığı tercih eden insanlar daha sonra paylaşımlarını değiştirmiyorlar. ‘Yanlış anlamışım, aslında hayatını kaybeden Suriyeliymiş’ gibi bir not düşmüyorlar. Anlıyorsunuz ki o zaman maksat hakikat değil maksat başka bir şey. Maksat siyaset, maksat bazen siyasetten öte içindeki nefretin Suriyeliler eliyle, Suriyeliler aracılığıyla dışa vurumu oluyor. Belki o kişinin hayata karşı bir kavgası var. O kişinin içinde başka bir kavga var. Hani ‘küp içindekini sızdırır’ derler. O kavga Suriyeliler aracılığıyla ortaya çıkıyor. Ve siz onun söylediğinin yanlışlığını açıkça ortaya koysanız bile sözünü geri almayı tercih etmiyor.

Hatta ‘Geçmişten Günümüze Göç ve Türkiye’deki Suriyeliler’ isimli kitabınızda bir Suriyeli çocuğun yazısı vardı. Oraya koymuştunuz. Ben o yazıdan çok etkilenmiştim açıkçası. Bu küçük kız çocuğu kendisinin kötülükle ilişkilendirilmesine kendi ifadeleriyle karşı çıkıyordu. Etkileyiciydi gerçekten.

O çocuğun söylediği şey, böyle kırık bir Türkçe ile, “her ülkede iyi insanlar vardır ve ülkede kötü insanlar da vardır” şeklindeydi. Söylediği şey aslında mantığın da söylediğiydi aslında. Yani en karmaşık akademik dille yazılmış olan ayrımcılık karşıtı bir yazının da söyleyeceği nihayetinde budur. Bir çocuğun diliyle her insan bir olur mu sözünün ifade ettiği anlam yani. Peki bu basit gerçek neden anlaşılmıyor? Çünkü biz Suriyelileri konuşurken aslında biz sadece Suriyelileri konuşmuyoruz. Pek çok şey devreye giriyor. İşte o pek çok şeyi konuşuyoruz, onun kavgasını yapıyoruz çoğu kez. Ve bir felaketin ardından hayata tutunmaya çalışan inanlar, çocuklar bir de bunun onlara yansıyan olumsuz etkisiyle baş etmeye çalışıyorlar.

Röportaj Haberleri

Suudi Arabistan'da İslam, sekülerleşme ve Bin Selman reformları
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Netflix abonelerine yalnızca eğlence değil "politik görüşlerini" de satıyor
Nazmul İslam: Bangladeş’te devrim bir süreç esas mesele şimdi başlıyor!
"Sinvar’ın yolunu sürdüreceğiz"