Şu son “pim” hikâyesi son derece önemli. Onunla aynı zamanda bir de “mayın” hikâyesi ortaya çıktı. Bugün Emre Aköz’ün yazdığına göre, bu mayının patlaması ve altı askerin ölmesi üstüne Başbakan, Ahmet Türk’le randevusunu iptal etmiş. Demek ki, “pim”li hikâyeye göre, daha belirleyici siyasî sonuçları da olmuş. Şimdi iki yüksek rütbeli subay arasında geçen bir telefon konuşması çıkıyor. Biri, “bu bizim koyduğumuz mayın” diyor, öteki “olur böyle şeyler” yolu cevap veriyor (tabii bu konuşmanın dinlenmesi insan haklarına aykırı).
“Pim” olayından sonra “bunun gibi kaç olay var?” mealinde soru önergeleri vb. gündeme geldi. Gelecek elbette. Çünkü böyle sorgulamaların gündeme gelmesinin günü geldi.
Türkiye toplumu, böyle konularda “gerçekler açıklansın” talebiyle yetkililere baskı yapmayı kendine alışkanlık, gelenek haline getirmiş bir toplum değildir. Söylenene inanmamayı öğrenmiştir; ama “doğrusunu söyleyin” diye ısrar edemez, çünkü korkutulmuştur. Zaten böyle durumlarda “kaza oldu” veya “PKK patlattı” diye yalan söylemeyi alışkanlık haline getirenler de toplumun bu pısırıklığına güvenerek söylüyorlar yalanlarını.
Ama artık fazla oldu. Dünya değişirken Türkiye de değişti. Yalan söylendiğinde “bu bir yalandır” diyenler peyda oldu. Onlar peyda olunca, söylenenin yalan olduğunu bilenlerin bu bilgilerini başkalarıyla paylaşma isteğinin önü açıldı. Bunlar hepsi çok önemli gelişmeler. “Gelişme” dediğimiz olay, bir “rastlantı” değildir (öyle olsa, “gelişme” demezdik); bir nedenselliğe, bir determinizme dayanır. Onun için birilerinin “zart zurt” demesiyle önlenemez. Bu toplum artık bu geleneksel kalıplar içinde yaşamak istemiyor, çünkü öyle yaşamamanın imkânlarını kendisi yarattı.
Bir “kurum kültürü”, asıl kafamı kurcalayan konu. Kurumlar birçok bakımdan canlı organizmalar gibi davranırlar. Kendi içlerinde olanın üstünü örtmek ve dünyaya karşı “uyumlu bir bütün” görünümü sunmak eğilimindedirler. İçinde bulundukları toplumda genel anlamda “güven” sorunu varsa, onların bu “korunma” içgüdüsü de güçlenir. Tabii kurum bulunduğu ortamda, yani toplumda, başkaları arasında ne kadar güçlüyse, bu şekilde “korunma” eyleminde de o kadar başarılı olur.
Türkiye’de Silahlı Kuvvetler’e bu çerçevede baktığımızda, şu bir paragrafta söylenen her şeyin geçerli olduğu görülür. Yakın dönemde, birbiri ardından kamunun gözü önüne saçılmaya başlayan yığınla olay da bu söylenenlerin zengin örnekleriyle dolu. Bu yazının başında andığım” pim” ve “mayın” olayları da gözönüne en son çıkan hayli çarpıcı örnek ya da kanıtlar.
Bu sabahın (28 Ağustos, Cuma) Taraf’ına konuşan emekli tabip albay TSK içindeki bu tavrından rahatsız olan tek kişi değil herhalde. Ama egemen tavır bu olduğu için, bu “egemen tavır”, en başta, kendi sorgulanmasını yasakladığı ve bireyler açısından tehlikeli hale getirdiği için, özellikle de emeklilikten önce, bu konuda aykırı bir ses çıkarana pek rastlanmıyor.
İyi de, bu “dışa karşı korunma”, amacının karşıtı olan sonuçlar da üretir. Bombanın pimini çekip erin eline tutuşturan teğmen, bu davranışıyla (bunun “mânâ ve ehemmiyeti”ni ayrıca, uzun uzun konuşmak gerek), gene “biyolojik analoji”den gideceksek, bünyedeki kanser hücresi gibi bir etki yaratmış oluyor. Siz bir “dayanışma” anlayışıyla böyle bir olay olduğunu, ortada böyle bir davranmayı marifet sanan biri olduğunu saklamaya çalışırsanız, kanser olduğunu doktordan saklamaya çalışan birine benzersiniz. Bu da, herhalde, epey abes bir durumdur –maksat intihar değilse!
Ayrıca, dışınızdaki herkes ille sizin düşmanınız değildir. Eleştiri ille yıkmak için yapılmaz.
Böyle davranan teğmenler, aylardır haberlerini görebildiğimiz albaylar, yarbaylar, Jandarma Komutanları’nın vb. fink attığı bir organ, bu sefer daha büyük organizmanın, yani toplumun “kanserli organ”ı haline gelir. Gelince de, o toplum ölür.
TARAF